14 Şubat’ı vıcık vıcık öpüşüp sarılma,
hediye verme, çiçeğim böceğim deme; bilinen adıyla sevgililer günü olarak
tanıyorsunuz. Bence bu, tarihin en yanlış düşüncelerinden. 14 Şubat çok daha
önemli şeylerin olduğu güzel bir gün. Sizse sevgilinizi mutlu etmeye çalışmak
veya sevgiliniz olmadığı için somurtmakla bu günün diğer güzelliklerini fark
edemeyecek kadar meşgulsünüz.
14 Şubat’ta insanların, tanımadığınız
insanların olduğu bir yere gidin ve durun.
Hayır, başka bir gün değil, 14 Şubat’ta yapın bunu. İnsanlara bakın ve hikâyelerini
merak edin, hayal kurun.
Biliyorum, siz yapmayacaksınız bunu, madem
öyle, izin verin ben sizin için yapayım.
Saat sekize geliyor. İşe veya okula
yetişmek için evlerinden çıkanların yarattığı sahte bir canlılık var, birazdan
sakinler. Saat Kulesi’nin altındayız şimdi. İskeleye yönelmiş okul formalı bir
kız meydanı hızlı adımlarla geçiyor. Omuzlarına bile düşemeyen kahverengi
saçları var. Montunu, beresini, eldivenini kuşanmış; malum, İzmir’in yıllardır
yaşadığı en soğuk kış bu. Birden üzerinden geçen güvercinlere kafasını kaldırıp
şöyle bir bakıyor, üzerine pislemelerinden korkarak gerisingeri eğiyor başını.
İskeleye giden üstü tenteli yola girince montunun cebinden telefonunu
çıkarıyor, saate bakıyor. Koşmaya başlıyor, koşarken zar zor telefonu cebine
geri koyup cebin fermuarını kapatıyor. İskeleye varıyor, kartını basıp üzerinde
devasa kırmızı harflerle KARŞIYAKA yazan elektronik panonun altındaki kapıdan
çıkıyor. Vapura biniyor, kendini gördüğü boş bir yere atıyor ve nihayet
soluklanıyor. Koştuğu az bir yol değil ama çok da yorgun hissetmiyor. Boşu
boşuna girmedi o futbol takımına, koşmalı, daha bile iyi koşmalı. Babasının
takıma girmesine başta nasıl itiraz ettiğini hatırlıyor, gülümseyemiyor bu
anıya. Babası kızının da karısının da her hareketine itiraz ettiği için
annesiyle babası boşandı zaten. Telefonunu bir kez daha çıkarıyor, sol
eldivenini de çıkarıyor ve ekran kilidini açıyor.
Koşan kız, madem öyle ona Kardelen
diyelim, vapurda telefonuyla uğraşırken biz meydana geri dönelim. Bunca
koşuşturan insanın arasında, durmuş güvercinleri izleyen genç bir adam göze
çarpıyor. Soğuk değilmiş, acelesi yokmuş gibi öylece duruyor. Sonra gözümüze
çarptığından beri ilk kez hareketleniyor. Yem satan yaşlı kadının yanına gidiyor,
bir paket yem alıyor. Uzun uzun yeme bakıyor; sanki elinde tuttuğu kuş yemi
değil de başka bir şeymiş gibi; eskiyi hatırlatan, hüzünlü, önemli bir şeymiş
gibi. Kelimelere dökülebilecek bir şey değil bu ama gencin yeme yönelttiği
bakışlarda çok belirgin şekilde var, elle tutulabilecek kadar yoğun. Genç, yemi
kuşlara sunuyor nihayet. Başına üşüşen kuşlar yemleri yedikçe paketteki yem
azalıyor, paketteki yem azaldıkça genç rahatlıyor. Sonunda gencin elinde
paketten başka bir şey kalmıyor. “Beni dinlemiyorsunuz,” diyor kuşlara, “ama
sizinle konuşuyorum. İnsanlar benden kaçıyor gibi geliyor bana biliyor musunuz?
Tabi bilmiyorsunuz, nasıl bileceksiniz, siz kuşsunuz altı üstü. Neyse…” ayağına
kadar yaklaşmaya cesaret eden bir güvercine şaşırdığından bir süre için
susuyor. “Sen cesur falan değilsin, açsın sadece, yine de yaptığın şey cesaret
ister. Hey!” Kuş uzaklaşırken yüzünü buruşturuyor. “Bazen sizi ciddiye
alıyorum, dinliyorsunuz sanıyorum. Neyse, ne diyordum?” Bir kuş kafasını
kaldırıp ona bakıyor. Parmağıyla kuşu işaret eden genç, “Sen!” diyor, “Artık
adın Necati. Ben de Sinan. Artık tanıştığımıza göre, dinlemek zorundasın.
İnsanlar benden kaçıyor sanıyordum. Benden bilerek uzak duruyorlardı.
Endişelendim, siz de belki uzak durur, attığım yemle ilgilenmezsiniz diye
korktum. Bayağı da yiyorsunuz şu an.” Kaşlarını çatıyor, “Necati! Seninle
konuşurken bana bak, yemi hep yersin. Ne diyordum? Hah, ama siz yemi yediniz.
Siz iyi çocuklarsınız, ayrım yapmıyorsunuz. Sizin için işin ucunda karın
doyurmak var gerçi ama olsun.” Necati uçup gidince devam edemiyor. “Seninle
konuşmak güzeldi Necati.” diye mırıldanıyor sadece.
Kuşlarla konuşan Sinan’ı da şimdilik bir
yana bırakalım ve yeni bir hikâye için bakınalım. Ağır siyah botları, yırtık
siyah kot pantalonu, siyah paltosu ve ağır siyah makyajıyla tuhaf bir çelişki
yaşayan sapsarı saçları olan bir kız iskele tarafından geliyor, yürürken de
telefonla konuşuyor. “Hayır, gitmeyeceğim, manyak mısın, dün konuştuk ya!”
diyor karşıdakine. Karşıdakini dinlerken bir süre susuyor. Sonra “Evet,
vapurdan indim şimdi, meydandayım.” diye cevaplıyor. “Konak, ne olacaktı ki?”
diyor ve göz deviriyor. Uzun bir sessizlikten sonra kız bağırıyor. “Adım Jülide
benim! Senin her sözünü dinleyen sadık kuçu değilim ben!” Meydandan geçen
herkes ne kadar acelesi olursa olsun şöyle bir bakıyor ona, bizim millet kavga
sever. Kız bunu fark edince sesini alçaltıyor. “Üç gün kaldı on sekizime,
karışamazsın, dönmüyorum okula, akşam da gelmiyorum, buyur bakalım, ben yokken
kız istediğin kadar. Arkadaşım yok mu benim, birinde kalırım!” Karşı taraf bir
şey diyor, kız da epey öfkelenip telefonu kapatıyor. Burnundan solumaya devam
ederken Saat Kulesi’ne yürüyüp yere çöküveriyor. Sırtını kuleye yaslıyor. Sonra
aniden kalkıyor, Kemaraltı’na doğru yürüyüp gidiyor, gözden kayboluyor.
Bizse hala meydandayız, insanları izliyoruz,
izliyor ve hayal ediyoruz. Siyahlı kız gözden kaybolduktan biraz sonra Kemeraltı’ndan
40 yaşlarında bir adam çıkıyor. Takım elbise giymiş ve tuhaf bir şekilde
montunun önünü kapatmamış. Adamın yanından bir anne-oğul geçiyor küçük çocuk
kafasını kaldırıp adama bakıyor, “Bence siz üşütüp hasta olabilirsiniz. Annem
önümü kapatmayınca bana kızıyor.” diyor. Sonra hasta olmamayı bildiği için
tebrik beklercesine annesine bakıyor, annesi kimsenin duyamadığı bir şeyler
mırıldanıp çocuğu çekerek götürüyor. Takım elbiseli adamsa uzaklaşan çocuğa
bağırarak teşekkür ediyor ve önünü kapatıyor. Gülümserken “Güzel şehir.” diyor
ve tekrar ediyor, “Güzel şehir.” Çocuğun uzaklaştığı noktaya baka baka
meydandan çıkıyor.
Şimdi yarım bıraktığımız hikâyelere geri
dönebiliriz. Kardelen, vapurda bıraktığımız kız, vapur iskeleye yanaşırken
kalkıyor. Vapurdan inip iskeleden çıkıyor, çarşının kalabalığına karışıyor. Bu
kez saate bile bakmaya gerek duymadan koşmaya başlıyor. Çarşıda kalabalığın
arasında kendine yol açıp koşabilmek zor. Bir süre koş-dur-insanları
bekle-koş-dur şeklinde ilerledikten sonra daha sakin olan bir ara sokağa
sapıyor. Koşarak başka ara sokakları geçiyor ve bir okul binasından içeri
giriyor. Merdivenleri yine koşarak çıkıyor. Müdür yardımcısına uğrayıp geç kâğıdı
alıyor ve nefes nefese sınıfının kapasını tıklatıyor. “Gir”i duymadan içeri
giriyor, elindeki kağıdı öğretmen masasına bırakıyor ve sırasına yığılıyor.
Derin derin nefesler alıp nefesini düzene sokmaya çalışırken öğretmen de dahil
bütün sınıfın kendisine baktığını fark ediyor. “Günaydın” olduğunu umduğu bir
ses çıkarıyor. Matematik öğretmeninin kendisini hiç de sevmediğinin farkında,
ayağa kalkıp özür dilese de dilemese de bir şey değişmez. Sınıf ondan sıkılıp
derse dönüyor ve Kardelen rahatlıyor. Montunun cebinden telefonunu alıyor ve
annesinden mesaj geldiğini görüyor. Sandalyesinde kayıyor ve telefonu
öğretmenin göremeyeceği şekilde tutuyor. En azından tuttuğunu sanıyor. Kendini
mesajlaşmaya ve kendisini annesine savunmaya iyice kaptırıyor. Ne kadar
zamandır başının sıranın altında kaldığını, öğretmeninona yaklaştığını fark
etmiyor, ta ki telefon elinden alınana kadar. “Derse yirmi dakika geç gelip
sıranın altında mesajlaşacaksan hiç gelmeyebilirsin.” diyor kadın buz gibi bir
sesle. “Ama hocam,” diyecek oluyor Kardelen, susuyor. Kadın mesajlara göz
atıyor. “Dersle alakanın bu derece kopmasına sebep olan, üstelik diğerlerinin
dersini de sabote eden bu mesajları arkadaşlarının da bilmeye hakkı var bence.”
diyor aynı sesle. Kardelen inanamıyor. Böyle olaylar onun başına gelmez, normal
hayatta kimsenin başına gelmez. Böyle öğretmenler kitaplarla filmlerde
yaşarlar, hikâyenin sonunda da ya cezalarını çekerler ya pişman olup çocukla
iyi anlaşmaya başlarlar. Bunlar onun başına gelmez. “Arkadaşınız Kardelen
annesiyle mesajlaşıyor. Hem de annesiyle! Onu durdurması gereken kişiyle!
Dersten çıkınca beni ara Kardelen! Annesi onu mesajlaşmaya teşvik ediyor belli
ki. İyiyim ölmedim anne. Babam telefonu şarja takmamış. Alarm çalmadı,
uyuyakalmışız. Gerçi sadece anne mi, aile tamamen karışık!” Kardelen
yumruklarını sıkıyor, tırnaklarını avuçlarına batırıyor. Ne yapacağını
bilmiyor. Başına gelenin gerçek olduğuna hala inanmıyor. Öğretmen, çocukları sevmesi
gereken bir insan olan kadın, ailesiyle tüm sınıfın önünde dalga geçiyor ve
Kardelen’in yapabileceği bir şey yok. Kadın telefonu Kardelen’e doğru sallıyor.
“Senin bir potansiyelin vardı Kardelen. İşte bunlarla harcıyorsun onu. ‘Ne
demek babam şarja takmadı! Ben başından beri demedim mi gitme diye. Babandan
hayır gelse boşanır mıydık biz? Taşındı şehrin öbür ucuna, zaten ben senin
nasıl yetişmeni bekliyorduysam’ ‘anne adam babam sonuçta.’ ‘Kahvaltı yaptın
mı?’ ‘Vapurda bisküvi yedim portakal suyu içip’ ‘Derse kaç dakika geç kaldın?’
’20. Zaten ders matematik.’ A öyle mi!”
Öğretmen telefondan başını kaldırırken Kardelen dudağını ısırıyor.
“Zaten ders matematik öyle mi! Ben burada siz bir şeyler öğrenin diye boşuna mı
uğraşıyorum!” Kadın telefonu Kardelen’in sırasına çarpıp nutuk çekmek ve
söylenmek için tahtaya yürürken Kardelen içinin emildiğini hissediyor. Ders
bitiyor. Kardelen artık boş.
Güvercinlerle konuşan adam, Sinan, metroya
biniyor. Metro yer üstüne çıkarken Sinan pencereden dışarı bakıyor. Uçan kuşlar
görüyor. Onların güvercin olduğundan emin değil, böyle konularda hep kötü oldu.
Yine de gülümsüyor. “ Yalnız değilim.” diyor. Yanında oturan adam ona tuhaf
tuhaf bakıyor. “Size hiç olmaz mı? Hani hayatta herkes sizden nefret ediyormuş,
çok yalnızmışsınız gibi hissedersiniz. Bana oluyordu ama yalnız değilim. Çok
güzel bir şey, yalnız olmamak yani, yalnız hissetmek değil tabi.” diyor Sinan
adama. Adam Sinan’a tuhaf tuhaf bakıyor, kalkıp gidiyor. Sinan omuz silkiyor.
Metro yavaşlarken durağın adına bakıyor. İniyor. Tıp fakültesine doğru yürümeye
başlıyor. Konak’ta meydanda acelesi yokmuş ve hava soğuk değilmiş gibi
durduğunu hatırlıyor musunuz? İkisi de yanlıştı. Hava soğuk, daha önmelisi
acelesi var. Olması gerekiyor. Oysa o acelesi varmış gibi davranmıyor. Yavaş
yürüyor. Nihayet eski binaya vardığında duruyor, tabeleya ilk kez görüyormuş
gibi bakıyor. İlk kez görmüyor ama ilk kez bakıyor. Bir kız binadan çıkıp
yanına geliyor. “Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Sinan! Her gün görmen gereken
tabela! Gelsen görürdün de.” Sinan kıza
dönüyor. “Merhaba!” diyor. “Sinan!” diye bağırıyor kız, “Sınava gelmedin. Çok
önemli olduğunu biliyordun. neden gelmedin?” Sinan soruyu duymamış gibi
yapmıyor, o soru hiçbir zaman beyninde işlem görüp anlamlandırılmadı zaten,
duymadı yani. “ Bugün 14 Şubat Melisa!”
Kız kızarıyor. “ Şey evet. Sevgili-“ Sinan sözünü kesiyor. “Dünyada ilk
böbrek naklinin yapıldığı gün “ Bir sessizlik oluyor. “ Yanlış anladın” diyor
Sinan, gülüyor. “ Bu komik. Senin az önce bana baktığın gözle bakan son kişi
bugün öldü çünkü.” Kız yutkunuyor. “Böbrek yetmezliği vardı. Melisa. Sol
böbreğimi çaldı. Nakili ailesi ayarladı. En iyi doktorlara yaptırdılar.” Sinan
tekrar susuyor, birkaç metre ötedeki bir güvercine gözü takılıyor. Sonra devam
ediyor. “Doku uyuşmadı. Nakilden altı gün sonra, 14 Şubat’ta, biz ona dünyadaki
ilk böbrek naklinin yıldönümüne yakın ameliyata girmesinin iyi şans
getireceğini falan söylerken, o öldü.” “ O yüzden doktor oldun kesin. Başka
doku uyuşmazlığı olmasın sevenler ayrılmasın falan diye.” Sinan başını
salladı.”İşletme okuyordum. Sınava bir daha girdim. Eeee? “ Kız omuz silkiyor. “ Ne dememi bekliyorsun?
Hüzünlüymüş tabi ama ne denir ki böyle bir durumda ?” Sinan gülümsüyor.
“Dediğin şey.”
Jülide, siyahlı kız, elinde birkaç torba,
körfeze bakan bir banka oturuyor. Torbaları yanına bırakıyor, birini arıyor. O
daha tek kelime etmeden karşıdaki konuşmaya başlıyor. Bir süre dinliyor ama
sonra sözünü kesiyor. “Annem evden kovdu.” Sessizlik oluyor. “Size gelebilir
miyim?” Karşıdakinin cevabıyla gülümsüyor. “Evin önündeyim!” Telefonu
kapatıyor, torbaları alıyor, kalkıp yürümeye başlıyor. Denize, martılara, karşı
kıyıya bakarak yürüyor. Sonra arkasını denize dönüyor. Sokaklara giriyor, başka
sokaklara sapıyor, bir sokakta eski bir apartmanın önümde bir kızın beklediğini
görünce adımlarını hızlandırıyor. Yanına varınca kıza sarılıyor. “Sağol.” diye
fısıldıyor kulağına. Kız sarılmayı sonlandırıp Jülide’ye bakıyor. “Hem de
sevgililer gününde falan, çok romantik oldu bu.” Jülide yüzünü buruşturuyor.
Sevgililer günü diye kutlanan şey birinin ölümü yalnız. Bu İngilizler midir
Amerikalılar mıdır, İngilizce kullanan hangi halk getirdiyse işte o, artık
bilmiyorum, yapılan şey çok aptalca. Adamın adı İngilizce’de sevgili anlamına
geliyordu çünkü.” Kız gülüyor, kapıyı açıyor, içeriye giriyorlar. Daireye
girdiklerinde Jülide tekrar “Sağ ol” diyor. “Benim için okulu astın. Gerçeksin.”
Kız başını kaldırınca “Gerçek arkadaşsın yani.” diye açıklıyor. “Peki, o
torbalar?” diye soruyor kız. “Annem evden kovduğunda Saat Kulesi’nin oradaydım.
Kemeraltı’ndan ucuza pijama, diş fırçası falan aldım. Bir hafta falan burdayım
ben.” Kız Jülide’nin bir şeye üzgün olduğunun farkında. Sormuyor. Bir film
koyup izliyorlar. Film bittiğinde dayanamayacağını fark ediyor. “Ne oldu Jül?”
Kanepede kıpırdanıp Jülide’ye tam dönüyor. Jülide belki o gün bininci kez içini
çekiyor. “Ben mahkemeye başvuracağım. Hırıstiyanlık için.” Kızın gözleri
büyüyor. “Baban gibi!” “Evet. Yani, ruhen zaten Hıristiyanım ama annem kabul
etmiyor. Belki elimde belge olursa… Bilmiyorum. Bugün Valentin’i anmak
istedim.,. Az önce bahsettiğim, adını sevgililer günü yaptıkları, bugün ölen
rahip. Hiç saygı göstermedi. Babam bizi terk etti, biliyorum. Amerikan
filmlerindeki aptal kızlar gibi davranıyorum, bunu da biliyorum ama babamı bana
hatırlatacak bir şey olsun istiyorum.” Sessizce oturuyorlar.” Bunu dinini
değiştirerek yapmana gerek yok ki. Yani, bu biraz büyük bir şey.” Jülide cevap
vermiyor. Oturuyorlar.
Montunun önü açık dolaşan takım elbiseli
adam, Kenan, Alsancak’taki bir özel lisenin öğretmenler odasında pencerenin
yanında ayakta duruyor. Deniz manzarasına bakıyor. Sevgililer günü planlarını
anlatan diğer öğretmenleri duymamaya çalışıyor. Bütün öğretmenler odası yalnız
öğretmenlerden birinin dediği bir şeye gülerken o denize bakmaya devam ediyor. İlk
iki dersi boş olduğu için şanslı. Öğretmenlerden biri “Kenan Hocam!” diye
bağırıyor. Kenan gözlerini kırpıştırarak öğretmene dönüyor. “Aramıza dön Kenan
Hocam!” diyor aynı öğretmen. Kenan gülümsüyor, sahte bir gülümseme,
“Uyuyakalmışım ya. Alarm çalmadı.” diyor. O uyanmaya çalışırken evden fırlayan
15 yaşındaki kızını düşünüyor. Saat bakıyor. “Derse gitmeliyim.” diyor, öğretmenler odasından çıkıyor. Önlüğünü
giyip de laboratuvara girdiğinde öğrencilerini inceliyor. Eşyalarını masaya
bırakıyor ve soruyor: “Bugün neyi kutluyoruz?” Öğrencilerden biri gülüp “Bugün
sevgililer günü ama biz onu kutlamıyoruz.” diyor. Kenan gülümsüyor.”Doğru. Ben
de zaten neyi kutladığımızı sordum.” Öğrencilerin tahmin yürütmesine izin
vermiyor. “ lavrensiyum 103 numaralı element. Kısaca Lr. Aktinit serisindeki,
periyodik cetvelde aşağıya çizilen iki satırdan alt sıradaki son element. İlk
kez 14 Şubat’ta sentezlenmiş. Bunu kutlamak için yanınızda birinin olması
gerekmez.” Öğrencilerin ne düşündüğünü öğrenmek için duruyor. “Yalnızların 14
Şubat bahanesi yani” diyor. “ Peki, siz niye lavrensiyumun sentezlenişini
kutluyorsunuz?” Kenan şaşırıyor. Eninde sonunda birine anlatması gerektiğine
karar veriyor, neden öğrencilerine olmasın ki! “Ben evliydim.” diye başlıyor,
“Sonra boşandım. Bir kızım var. O büyüdükçe kendimi kasmaya başladım. Çok fazla
önemsenmemiş, karışılmamış öğrencim vardı. Kızım öyle olamsın istedim. Her hareketine karışmaya başladım, öyle ki bu
bende bir alışkanlık oldu. Karıma da karşıyordum. Her yaptıklarına itiraz
ediyordum. Boşandık, karım kızımı aldı. Karşıyaka’da oturuyorduk, bari işime
yakın olayım diye Konak’ta ev buldum. Bunu onlardan uzaklaşmak istemem olarak
yorumladılar.” Aynı öğrenci sözünü kesti: “Ama onları hala seviyorsunuz,
düzeldiniz, onlara geri dönmek istiyorsunuz, özür dilemek istiyorsunuz.” Kenan
şaşırıyor. Başıyla onaylıyor. Bir kız atılıyor. “Bugün yapın işte! Belki
lavrensiyumun sentezlenmesini beraber kutlarsınız! Özür dileyin!”
Kardelen yok olmak istiyor. En azından
okul bitene kadar. Bu eziyet bitsin istiyor. Aslında tek istediği dönme dolap.
Annesi ve babası boşandığında, aylardan şubattı ve sonra sevgililer günü geldi.
Annesi artık bugünü babasıyla kutlayamayacak hatta hiç kutlayamayacak diye çok
üzülmüştü. Hatta o kadar ki kendini odasına kapatmıştı. Annesi durumla baş
edemeyince babasına haber vermiş, babası da araştırıp 14 Şubat’ın ilk dönme dolabın
inşa edildiği gün olduğunu bulmuştu. Bunu kutlamak için sevgilinin olması
gerekmiyordu, insan çocuğuyla kutlayabilirdi. Yıllarca annesiyle 14 Şubat’ta
lunaparka gidip dönme dolaba binmişlerdi. Artık annesi 14 Şubat’ta evden çıkmak
istemiyor. Bütün gün çalışıyor zaten ve akşamları Kardelen okuldan döndüğünde
çok yorgun oluyor. Kardelen annesini arıyor, onunla gelip gelemeyeceğini
soruyor. Annesi kızın sesinin ne kadar üzgün çıktığını, gününün kötü geçtiğini
fark etmiyor. Eskiden anlardı, artık iş daha fazla, annesinin onun duygularına
ayıracak pek vakti yok. Gelemeyeceğini söylüyor. Kardelen fuardaki lunaparka
gitmak için o gün ikinci kez vapura binerken dönme dolap gününü kutlamak
istediğine o kadar da emin değil. Çok yalnız hissediyor. Yine de bir şey, belki
ilahi bir güç, belki de sadece rüzgâr Kardelen’i o vapura itiyor.
Sinan Melisa’yla bir kafede oturuyor. Uzun
süre sessizlik oluyor. Birbirlerine bakıyorlar. Sonunda kız: ”Sinan,” diyor.
“Tabi ki geçmişini silemezsin. Ama geçmişte bırakabilirsin.” Sinan gülüyor.
“Bana hep ne diyorlar biliyor musun? Ölenle ölünmez.” “İşte bu! Tam da bu! Ölenle
ölünmez! Sen zaten onun için doktor olacaksın. Ama Sinan “Biliyorum, biliyorum”
der gibi bakıyor ve sözünü kesiyor.” Melisa, düyadaki ilk böbrek naklinin
yıldönümünü benimle kutlar mısın?” Kız şaşkınlıkla bakıyor, sonra “Evet!” diye
bağırıyor. Gülüyorlar. Sinan uzanıp kızın elini tutuyor.
Jülide kararını veriyor. Hava kararmadan
arkadaşının evinden çıkıyor. Poşeti elinde. Otobüs durağının karşısındaki
kaldırımdayken gelen otobüsü farkediyor. Koşarak karşıya geçiyor, otobüse
yetişiyor. Yol boyunca kendini cesaretlendiriyor. Son durakta nasıl 35 ½ yazdığını düşünmek gibi normal bir şey yapma
izni veriyor, sonra az ötedeki “tam 35” i görüp rahatlıyor. Beynini bununla
meşgul ederek evine yürüyor, apartmana giriyor, üç kat merdiven çıkıyor ve
kapının önünde Derin bir nefes alıyor. Uzanıp zili çalıyor. Kapıyı açan annesine
bakıyor, yutkunuyor ve “Özür dilerim” diyor. “Seni seviyorum anne. Acele ve
yanlış kararlar aldım. Daha iyisini hak ediyorsun.” Annesi gülümsüyor. Çok
anaç, sıcak, sevgi dolu bir gülümseme bu. Kızını içeriye alıyor, kapıyı
kapatıyor. “Evine hoş geldin Jülide.”
Kenan okul biter bitmez dışarı fırlıyor.
Şu an kızının nerede olduğunu biliyor ve özür dilemek için son şansı olabilir.
Karısının bugünkü geç kalmayla ilgili kavga çıkaracağını biliyor, iplerin
inceldiği yerden kopabilaceğini de. Hızlı adımlar atıyor. Fuara varıyor. Yaklaştıkça
koşmaya başlıyor. Lunaparkın önüne geliyor ve duruyor. Karşıdan gelen,
yaylanarak yürüyen mavi montluyu tanıyor. Kız yaklaşıyor, yaklaşıyor, babasına
bakıyor ve gözler doluyor. Gülümseyerek aralarındaki mesafeyi kapatacak son
adımları atıyor ve Kenan’ın yanına geliyor. “Selam.” diyor. Kenan da
gülümsüyor. “Kardelen, dönme dolap gününü benimle kutlar mısın?” Kardelen artık
bayağı ağlıyor, evet diyemiyor. Gülümseyerek başını sallıyor ve babasına
sarılıyor. Aslında söylenen bu olmasa da bu bir özür ve bunu ikisi de biliyor.
Saat sekize geliyor.
Biz hala Saat Kulesi’nin altındayız. Aradan 12 saat geçti ve zaman hiç
geçmedi. Çünkü hayal ettik ve bunu bir öyküye dönüştürdük. Çok da güzel bir
öykü oldu. O halde öykümüzün 5. ana karekterini size tanıtmama izin verin:
Bizdik. Bütün öyküyü oluşturan bizdik. Size 14 Şubat’ın dört farklı yönününü
sundum fakat en güzelini sona sakladım.
Mutlu Dünya Öykü Günleri! Defne ÖZYURT 8-C