13 Şubat 2015 Cuma

14 ŞUBAT


14 Şubat’ı vıcık vıcık öpüşüp sarılma, hediye verme, çiçeğim böceğim deme; bilinen adıyla sevgililer günü olarak tanıyorsunuz. Bence bu, tarihin en yanlış düşüncelerinden. 14 Şubat çok daha önemli şeylerin olduğu güzel bir gün. Sizse sevgilinizi mutlu etmeye çalışmak veya sevgiliniz olmadığı için somurtmakla bu günün diğer güzelliklerini fark edemeyecek kadar meşgulsünüz.

14 Şubat’ta insanların, tanımadığınız insanların olduğu bir yere gidin ve durun.  Hayır, başka bir gün değil, 14 Şubat’ta yapın bunu. İnsanlara bakın ve hikâyelerini merak edin, hayal kurun.

Biliyorum, siz yapmayacaksınız bunu, madem öyle, izin verin ben sizin için yapayım.

Saat sekize geliyor. İşe veya okula yetişmek için evlerinden çıkanların yarattığı sahte bir canlılık var, birazdan sakinler. Saat Kulesi’nin altındayız şimdi. İskeleye yönelmiş okul formalı bir kız meydanı hızlı adımlarla geçiyor. Omuzlarına bile düşemeyen kahverengi saçları var. Montunu, beresini, eldivenini kuşanmış; malum, İzmir’in yıllardır yaşadığı en soğuk kış bu. Birden üzerinden geçen güvercinlere kafasını kaldırıp şöyle bir bakıyor, üzerine pislemelerinden korkarak gerisingeri eğiyor başını. İskeleye giden üstü tenteli yola girince montunun cebinden telefonunu çıkarıyor, saate bakıyor. Koşmaya başlıyor, koşarken zar zor telefonu cebine geri koyup cebin fermuarını kapatıyor. İskeleye varıyor, kartını basıp üzerinde devasa kırmızı harflerle KARŞIYAKA yazan elektronik panonun altındaki kapıdan çıkıyor. Vapura biniyor, kendini gördüğü boş bir yere atıyor ve nihayet soluklanıyor. Koştuğu az bir yol değil ama çok da yorgun hissetmiyor. Boşu boşuna girmedi o futbol takımına, koşmalı, daha bile iyi koşmalı. Babasının takıma girmesine başta nasıl itiraz ettiğini hatırlıyor, gülümseyemiyor bu anıya. Babası kızının da karısının da her hareketine itiraz ettiği için annesiyle babası boşandı zaten. Telefonunu bir kez daha çıkarıyor, sol eldivenini de çıkarıyor ve ekran kilidini açıyor.

Koşan kız, madem öyle ona Kardelen diyelim, vapurda telefonuyla uğraşırken biz meydana geri dönelim. Bunca koşuşturan insanın arasında, durmuş güvercinleri izleyen genç bir adam göze çarpıyor. Soğuk değilmiş, acelesi yokmuş gibi öylece duruyor. Sonra gözümüze çarptığından beri ilk kez hareketleniyor. Yem satan yaşlı kadının yanına gidiyor, bir paket yem alıyor. Uzun uzun yeme bakıyor; sanki elinde tuttuğu kuş yemi değil de başka bir şeymiş gibi; eskiyi hatırlatan, hüzünlü, önemli bir şeymiş gibi. Kelimelere dökülebilecek bir şey değil bu ama gencin yeme yönelttiği bakışlarda çok belirgin şekilde var, elle tutulabilecek kadar yoğun. Genç, yemi kuşlara sunuyor nihayet. Başına üşüşen kuşlar yemleri yedikçe paketteki yem azalıyor, paketteki yem azaldıkça genç rahatlıyor. Sonunda gencin elinde paketten başka bir şey kalmıyor. “Beni dinlemiyorsunuz,” diyor kuşlara, “ama sizinle konuşuyorum. İnsanlar benden kaçıyor gibi geliyor bana biliyor musunuz? Tabi bilmiyorsunuz, nasıl bileceksiniz, siz kuşsunuz altı üstü. Neyse…” ayağına kadar yaklaşmaya cesaret eden bir güvercine şaşırdığından bir süre için susuyor. “Sen cesur falan değilsin, açsın sadece, yine de yaptığın şey cesaret ister. Hey!” Kuş uzaklaşırken yüzünü buruşturuyor. “Bazen sizi ciddiye alıyorum, dinliyorsunuz sanıyorum. Neyse, ne diyordum?” Bir kuş kafasını kaldırıp ona bakıyor. Parmağıyla kuşu işaret eden genç, “Sen!” diyor, “Artık adın Necati. Ben de Sinan. Artık tanıştığımıza göre, dinlemek zorundasın. İnsanlar benden kaçıyor sanıyordum. Benden bilerek uzak duruyorlardı. Endişelendim, siz de belki uzak durur, attığım yemle ilgilenmezsiniz diye korktum. Bayağı da yiyorsunuz şu an.” Kaşlarını çatıyor, “Necati! Seninle konuşurken bana bak, yemi hep yersin. Ne diyordum? Hah, ama siz yemi yediniz. Siz iyi çocuklarsınız, ayrım yapmıyorsunuz. Sizin için işin ucunda karın doyurmak var gerçi ama olsun.” Necati uçup gidince devam edemiyor. “Seninle konuşmak güzeldi Necati.” diye mırıldanıyor sadece.

Kuşlarla konuşan Sinan’ı da şimdilik bir yana bırakalım ve yeni bir hikâye için bakınalım. Ağır siyah botları, yırtık siyah kot pantalonu, siyah paltosu ve ağır siyah makyajıyla tuhaf bir çelişki yaşayan sapsarı saçları olan bir kız iskele tarafından geliyor, yürürken de telefonla konuşuyor. “Hayır, gitmeyeceğim, manyak mısın, dün konuştuk ya!” diyor karşıdakine. Karşıdakini dinlerken bir süre susuyor. Sonra “Evet, vapurdan indim şimdi, meydandayım.” diye cevaplıyor. “Konak, ne olacaktı ki?” diyor ve göz deviriyor. Uzun bir sessizlikten sonra kız bağırıyor. “Adım Jülide benim! Senin her sözünü dinleyen sadık kuçu değilim ben!” Meydandan geçen herkes ne kadar acelesi olursa olsun şöyle bir bakıyor ona, bizim millet kavga sever. Kız bunu fark edince sesini alçaltıyor. “Üç gün kaldı on sekizime, karışamazsın, dönmüyorum okula, akşam da gelmiyorum, buyur bakalım, ben yokken kız istediğin kadar. Arkadaşım yok mu benim, birinde kalırım!” Karşı taraf bir şey diyor, kız da epey öfkelenip telefonu kapatıyor. Burnundan solumaya devam ederken Saat Kulesi’ne yürüyüp yere çöküveriyor. Sırtını kuleye yaslıyor. Sonra aniden kalkıyor, Kemaraltı’na doğru yürüyüp gidiyor, gözden kayboluyor.

Bizse hala meydandayız, insanları izliyoruz, izliyor ve hayal ediyoruz. Siyahlı kız gözden kaybolduktan biraz sonra Kemeraltı’ndan 40 yaşlarında bir adam çıkıyor. Takım elbise giymiş ve tuhaf bir şekilde montunun önünü kapatmamış. Adamın yanından bir anne-oğul geçiyor küçük çocuk kafasını kaldırıp adama bakıyor, “Bence siz üşütüp hasta olabilirsiniz. Annem önümü kapatmayınca bana kızıyor.” diyor. Sonra hasta olmamayı bildiği için tebrik beklercesine annesine bakıyor, annesi kimsenin duyamadığı bir şeyler mırıldanıp çocuğu çekerek götürüyor. Takım elbiseli adamsa uzaklaşan çocuğa bağırarak teşekkür ediyor ve önünü kapatıyor. Gülümserken “Güzel şehir.” diyor ve tekrar ediyor, “Güzel şehir.” Çocuğun uzaklaştığı noktaya baka baka meydandan çıkıyor.

Şimdi yarım bıraktığımız hikâyelere geri dönebiliriz. Kardelen, vapurda bıraktığımız kız, vapur iskeleye yanaşırken kalkıyor. Vapurdan inip iskeleden çıkıyor, çarşının kalabalığına karışıyor. Bu kez saate bile bakmaya gerek duymadan koşmaya başlıyor. Çarşıda kalabalığın arasında kendine yol açıp koşabilmek zor. Bir süre koş-dur-insanları bekle-koş-dur şeklinde ilerledikten sonra daha sakin olan bir ara sokağa sapıyor. Koşarak başka ara sokakları geçiyor ve bir okul binasından içeri giriyor. Merdivenleri yine koşarak çıkıyor. Müdür yardımcısına uğrayıp geç kâğıdı alıyor ve nefes nefese sınıfının kapasını tıklatıyor. “Gir”i duymadan içeri giriyor, elindeki kağıdı öğretmen masasına bırakıyor ve sırasına yığılıyor. Derin derin nefesler alıp nefesini düzene sokmaya çalışırken öğretmen de dahil bütün sınıfın kendisine baktığını fark ediyor. “Günaydın” olduğunu umduğu bir ses çıkarıyor. Matematik öğretmeninin kendisini hiç de sevmediğinin farkında, ayağa kalkıp özür dilese de dilemese de bir şey değişmez. Sınıf ondan sıkılıp derse dönüyor ve Kardelen rahatlıyor. Montunun cebinden telefonunu alıyor ve annesinden mesaj geldiğini görüyor. Sandalyesinde kayıyor ve telefonu öğretmenin göremeyeceği şekilde tutuyor. En azından tuttuğunu sanıyor. Kendini mesajlaşmaya ve kendisini annesine savunmaya iyice kaptırıyor. Ne kadar zamandır başının sıranın altında kaldığını, öğretmeninona yaklaştığını fark etmiyor, ta ki telefon elinden alınana kadar. “Derse yirmi dakika geç gelip sıranın altında mesajlaşacaksan hiç gelmeyebilirsin.” diyor kadın buz gibi bir sesle. “Ama hocam,” diyecek oluyor Kardelen, susuyor. Kadın mesajlara göz atıyor. “Dersle alakanın bu derece kopmasına sebep olan, üstelik diğerlerinin dersini de sabote eden bu mesajları arkadaşlarının da bilmeye hakkı var bence.” diyor aynı sesle. Kardelen inanamıyor. Böyle olaylar onun başına gelmez, normal hayatta kimsenin başına gelmez. Böyle öğretmenler kitaplarla filmlerde yaşarlar, hikâyenin sonunda da ya cezalarını çekerler ya pişman olup çocukla iyi anlaşmaya başlarlar. Bunlar onun başına gelmez. “Arkadaşınız Kardelen annesiyle mesajlaşıyor. Hem de annesiyle! Onu durdurması gereken kişiyle! Dersten çıkınca beni ara Kardelen! Annesi onu mesajlaşmaya teşvik ediyor belli ki. İyiyim ölmedim anne. Babam telefonu şarja takmamış. Alarm çalmadı, uyuyakalmışız. Gerçi sadece anne mi, aile tamamen karışık!” Kardelen yumruklarını sıkıyor, tırnaklarını avuçlarına batırıyor. Ne yapacağını bilmiyor. Başına gelenin gerçek olduğuna hala inanmıyor. Öğretmen, çocukları sevmesi gereken bir insan olan kadın, ailesiyle tüm sınıfın önünde dalga geçiyor ve Kardelen’in yapabileceği bir şey yok. Kadın telefonu Kardelen’e doğru sallıyor. “Senin bir potansiyelin vardı Kardelen. İşte bunlarla harcıyorsun onu. ‘Ne demek babam şarja takmadı! Ben başından beri demedim mi gitme diye. Babandan hayır gelse boşanır mıydık biz? Taşındı şehrin öbür ucuna, zaten ben senin nasıl yetişmeni bekliyorduysam’ ‘anne adam babam sonuçta.’ ‘Kahvaltı yaptın mı?’ ‘Vapurda bisküvi yedim portakal suyu içip’ ‘Derse kaç dakika geç kaldın?’ ’20. Zaten ders matematik.’ A öyle mi!”  Öğretmen telefondan başını kaldırırken Kardelen dudağını ısırıyor. “Zaten ders matematik öyle mi! Ben burada siz bir şeyler öğrenin diye boşuna mı uğraşıyorum!” Kadın telefonu Kardelen’in sırasına çarpıp nutuk çekmek ve söylenmek için tahtaya yürürken Kardelen içinin emildiğini hissediyor. Ders bitiyor. Kardelen artık boş.

Güvercinlerle konuşan adam, Sinan, metroya biniyor. Metro yer üstüne çıkarken Sinan pencereden dışarı bakıyor. Uçan kuşlar görüyor. Onların güvercin olduğundan emin değil, böyle konularda hep kötü oldu. Yine de gülümsüyor. “ Yalnız değilim.” diyor. Yanında oturan adam ona tuhaf tuhaf bakıyor. “Size hiç olmaz mı? Hani hayatta herkes sizden nefret ediyormuş, çok yalnızmışsınız gibi hissedersiniz. Bana oluyordu ama yalnız değilim. Çok güzel bir şey, yalnız olmamak yani, yalnız hissetmek değil tabi.” diyor Sinan adama. Adam Sinan’a tuhaf tuhaf bakıyor, kalkıp gidiyor. Sinan omuz silkiyor. Metro yavaşlarken durağın adına bakıyor. İniyor. Tıp fakültesine doğru yürümeye başlıyor. Konak’ta meydanda acelesi yokmuş ve hava soğuk değilmiş gibi durduğunu hatırlıyor musunuz? İkisi de yanlıştı. Hava soğuk, daha önmelisi acelesi var. Olması gerekiyor. Oysa o acelesi varmış gibi davranmıyor. Yavaş yürüyor. Nihayet eski binaya vardığında duruyor, tabeleya ilk kez görüyormuş gibi bakıyor. İlk kez görmüyor ama ilk kez bakıyor. Bir kız binadan çıkıp yanına geliyor. “Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Sinan! Her gün görmen gereken tabela! Gelsen görürdün de.”  Sinan kıza dönüyor. “Merhaba!” diyor. “Sinan!” diye bağırıyor kız, “Sınava gelmedin. Çok önemli olduğunu biliyordun. neden gelmedin?” Sinan soruyu duymamış gibi yapmıyor, o soru hiçbir zaman beyninde işlem görüp anlamlandırılmadı zaten, duymadı yani. “ Bugün 14 Şubat Melisa!”  Kız kızarıyor. “ Şey evet. Sevgili-“ Sinan sözünü kesiyor. “Dünyada ilk böbrek naklinin yapıldığı gün “ Bir sessizlik oluyor. “ Yanlış anladın” diyor Sinan, gülüyor. “ Bu komik. Senin az önce bana baktığın gözle bakan son kişi bugün öldü çünkü.” Kız yutkunuyor. “Böbrek yetmezliği vardı. Melisa. Sol böbreğimi çaldı. Nakili ailesi ayarladı. En iyi doktorlara yaptırdılar.” Sinan tekrar susuyor, birkaç metre ötedeki bir güvercine gözü takılıyor. Sonra devam ediyor. “Doku uyuşmadı. Nakilden altı gün sonra, 14 Şubat’ta, biz ona dünyadaki ilk böbrek naklinin yıldönümüne yakın ameliyata girmesinin iyi şans getireceğini falan söylerken, o öldü.” “ O yüzden doktor oldun kesin. Başka doku uyuşmazlığı olmasın sevenler ayrılmasın falan diye.” Sinan başını salladı.”İşletme okuyordum. Sınava bir daha girdim. Eeee? “  Kız omuz silkiyor. “ Ne dememi bekliyorsun? Hüzünlüymüş tabi ama ne denir ki böyle bir durumda ?” Sinan gülümsüyor. “Dediğin şey.”

Jülide, siyahlı kız, elinde birkaç torba, körfeze bakan bir banka oturuyor. Torbaları yanına bırakıyor, birini arıyor. O daha tek kelime etmeden karşıdaki konuşmaya başlıyor. Bir süre dinliyor ama sonra sözünü kesiyor. “Annem evden kovdu.” Sessizlik oluyor. “Size gelebilir miyim?” Karşıdakinin cevabıyla gülümsüyor. “Evin önündeyim!” Telefonu kapatıyor, torbaları alıyor, kalkıp yürümeye başlıyor. Denize, martılara, karşı kıyıya bakarak yürüyor. Sonra arkasını denize dönüyor. Sokaklara giriyor, başka sokaklara sapıyor, bir sokakta eski bir apartmanın önümde bir kızın beklediğini görünce adımlarını hızlandırıyor. Yanına varınca kıza sarılıyor. “Sağol.” diye fısıldıyor kulağına. Kız sarılmayı sonlandırıp Jülide’ye bakıyor. “Hem de sevgililer gününde falan, çok romantik oldu bu.” Jülide yüzünü buruşturuyor. Sevgililer günü diye kutlanan şey birinin ölümü yalnız. Bu İngilizler midir Amerikalılar mıdır, İngilizce kullanan hangi halk getirdiyse işte o, artık bilmiyorum, yapılan şey çok aptalca. Adamın adı İngilizce’de sevgili anlamına geliyordu çünkü.” Kız gülüyor, kapıyı açıyor, içeriye giriyorlar. Daireye girdiklerinde Jülide tekrar “Sağ ol” diyor. “Benim için okulu astın. Gerçeksin.” Kız başını kaldırınca “Gerçek arkadaşsın yani.” diye açıklıyor. “Peki, o torbalar?” diye soruyor kız. “Annem evden kovduğunda Saat Kulesi’nin oradaydım. Kemeraltı’ndan ucuza pijama, diş fırçası falan aldım. Bir hafta falan burdayım ben.” Kız Jülide’nin bir şeye üzgün olduğunun farkında. Sormuyor. Bir film koyup izliyorlar. Film bittiğinde dayanamayacağını fark ediyor. “Ne oldu Jül?” Kanepede kıpırdanıp Jülide’ye tam dönüyor. Jülide belki o gün bininci kez içini çekiyor. “Ben mahkemeye başvuracağım. Hırıstiyanlık için.” Kızın gözleri büyüyor. “Baban gibi!” “Evet. Yani, ruhen zaten Hıristiyanım ama annem kabul etmiyor. Belki elimde belge olursa… Bilmiyorum. Bugün Valentin’i anmak istedim.,. Az önce bahsettiğim, adını sevgililer günü yaptıkları, bugün ölen rahip. Hiç saygı göstermedi. Babam bizi terk etti, biliyorum. Amerikan filmlerindeki aptal kızlar gibi davranıyorum, bunu da biliyorum ama babamı bana hatırlatacak bir şey olsun istiyorum.” Sessizce oturuyorlar.” Bunu dinini değiştirerek yapmana gerek yok ki. Yani, bu biraz büyük bir şey.” Jülide cevap vermiyor. Oturuyorlar.

Montunun önü açık dolaşan takım elbiseli adam, Kenan, Alsancak’taki bir özel lisenin öğretmenler odasında pencerenin yanında ayakta duruyor. Deniz manzarasına bakıyor. Sevgililer günü planlarını anlatan diğer öğretmenleri duymamaya çalışıyor. Bütün öğretmenler odası yalnız öğretmenlerden birinin dediği bir şeye gülerken o denize bakmaya devam ediyor. İlk iki dersi boş olduğu için şanslı. Öğretmenlerden biri “Kenan Hocam!” diye bağırıyor. Kenan gözlerini kırpıştırarak öğretmene dönüyor. “Aramıza dön Kenan Hocam!” diyor aynı öğretmen. Kenan gülümsüyor, sahte bir gülümseme, “Uyuyakalmışım ya. Alarm çalmadı.” diyor. O uyanmaya çalışırken evden fırlayan 15 yaşındaki kızını düşünüyor. Saat bakıyor. “Derse gitmeliyim.”  diyor, öğretmenler odasından çıkıyor. Önlüğünü giyip de laboratuvara girdiğinde öğrencilerini inceliyor. Eşyalarını masaya bırakıyor ve soruyor: “Bugün neyi kutluyoruz?” Öğrencilerden biri gülüp “Bugün sevgililer günü ama biz onu kutlamıyoruz.” diyor. Kenan gülümsüyor.”Doğru. Ben de zaten neyi kutladığımızı sordum.” Öğrencilerin tahmin yürütmesine izin vermiyor. “ lavrensiyum 103 numaralı element. Kısaca Lr. Aktinit serisindeki, periyodik cetvelde aşağıya çizilen iki satırdan alt sıradaki son element. İlk kez 14 Şubat’ta sentezlenmiş. Bunu kutlamak için yanınızda birinin olması gerekmez.” Öğrencilerin ne düşündüğünü öğrenmek için duruyor. “Yalnızların 14 Şubat bahanesi yani” diyor. “ Peki, siz niye lavrensiyumun sentezlenişini kutluyorsunuz?” Kenan şaşırıyor. Eninde sonunda birine anlatması gerektiğine karar veriyor, neden öğrencilerine olmasın ki! “Ben evliydim.” diye başlıyor, “Sonra boşandım. Bir kızım var. O büyüdükçe kendimi kasmaya başladım. Çok fazla önemsenmemiş, karışılmamış öğrencim vardı. Kızım öyle olamsın istedim. Her  hareketine karışmaya başladım, öyle ki bu bende bir alışkanlık oldu. Karıma da karşıyordum. Her yaptıklarına itiraz ediyordum. Boşandık, karım kızımı aldı. Karşıyaka’da oturuyorduk, bari işime yakın olayım diye Konak’ta ev buldum. Bunu onlardan uzaklaşmak istemem olarak yorumladılar.” Aynı öğrenci sözünü kesti: “Ama onları hala seviyorsunuz, düzeldiniz, onlara geri dönmek istiyorsunuz, özür dilemek istiyorsunuz.” Kenan şaşırıyor. Başıyla onaylıyor. Bir kız atılıyor. “Bugün yapın işte! Belki lavrensiyumun sentezlenmesini beraber kutlarsınız! Özür dileyin!”

Kardelen yok olmak istiyor. En azından okul bitene kadar. Bu eziyet bitsin istiyor. Aslında tek istediği dönme dolap. Annesi ve babası boşandığında, aylardan şubattı ve sonra sevgililer günü geldi. Annesi artık bugünü babasıyla kutlayamayacak hatta hiç kutlayamayacak diye çok üzülmüştü. Hatta o kadar ki kendini odasına kapatmıştı. Annesi durumla baş edemeyince babasına haber vermiş, babası da araştırıp 14 Şubat’ın ilk dönme dolabın inşa edildiği gün olduğunu bulmuştu. Bunu kutlamak için sevgilinin olması gerekmiyordu, insan çocuğuyla kutlayabilirdi. Yıllarca annesiyle 14 Şubat’ta lunaparka gidip dönme dolaba binmişlerdi. Artık annesi 14 Şubat’ta evden çıkmak istemiyor. Bütün gün çalışıyor zaten ve akşamları Kardelen okuldan döndüğünde çok yorgun oluyor. Kardelen annesini arıyor, onunla gelip gelemeyeceğini soruyor. Annesi kızın sesinin ne kadar üzgün çıktığını, gününün kötü geçtiğini fark etmiyor. Eskiden anlardı, artık iş daha fazla, annesinin onun duygularına ayıracak pek vakti yok. Gelemeyeceğini söylüyor. Kardelen fuardaki lunaparka gitmak için o gün ikinci kez vapura binerken dönme dolap gününü kutlamak istediğine o kadar da emin değil. Çok yalnız hissediyor. Yine de bir şey, belki ilahi bir güç, belki de sadece rüzgâr Kardelen’i o vapura itiyor.

Sinan Melisa’yla bir kafede oturuyor. Uzun süre sessizlik oluyor. Birbirlerine bakıyorlar. Sonunda kız: ”Sinan,” diyor. “Tabi ki geçmişini silemezsin. Ama geçmişte bırakabilirsin.” Sinan gülüyor. “Bana hep ne diyorlar biliyor musun? Ölenle ölünmez.” “İşte bu! Tam da bu! Ölenle ölünmez! Sen zaten onun için doktor olacaksın. Ama Sinan “Biliyorum, biliyorum” der gibi bakıyor ve sözünü kesiyor.” Melisa, düyadaki ilk böbrek naklinin yıldönümünü benimle kutlar mısın?” Kız şaşkınlıkla bakıyor, sonra “Evet!” diye bağırıyor. Gülüyorlar. Sinan uzanıp kızın elini tutuyor.

Jülide kararını veriyor. Hava kararmadan arkadaşının evinden çıkıyor. Poşeti elinde. Otobüs durağının karşısındaki kaldırımdayken gelen otobüsü farkediyor. Koşarak karşıya geçiyor, otobüse yetişiyor. Yol boyunca kendini cesaretlendiriyor. Son durakta nasıl 35 ½  yazdığını düşünmek gibi normal bir şey yapma izni veriyor, sonra az ötedeki “tam 35” i görüp rahatlıyor. Beynini bununla meşgul ederek evine yürüyor, apartmana giriyor, üç kat merdiven çıkıyor ve kapının önünde Derin bir nefes alıyor. Uzanıp zili çalıyor. Kapıyı açan annesine bakıyor, yutkunuyor ve “Özür dilerim” diyor. “Seni seviyorum anne. Acele ve yanlış kararlar aldım. Daha iyisini hak ediyorsun.” Annesi gülümsüyor. Çok anaç, sıcak, sevgi dolu bir gülümseme bu. Kızını içeriye alıyor, kapıyı kapatıyor. “Evine hoş geldin Jülide.”

Kenan okul biter bitmez dışarı fırlıyor. Şu an kızının nerede olduğunu biliyor ve özür dilemek için son şansı olabilir. Karısının bugünkü geç kalmayla ilgili kavga çıkaracağını biliyor, iplerin inceldiği yerden kopabilaceğini de. Hızlı adımlar atıyor. Fuara varıyor. Yaklaştıkça koşmaya başlıyor. Lunaparkın önüne geliyor ve duruyor. Karşıdan gelen, yaylanarak yürüyen mavi montluyu tanıyor. Kız yaklaşıyor, yaklaşıyor, babasına bakıyor ve gözler doluyor. Gülümseyerek aralarındaki mesafeyi kapatacak son adımları atıyor ve Kenan’ın yanına geliyor. “Selam.” diyor. Kenan da gülümsüyor. “Kardelen, dönme dolap gününü benimle kutlar mısın?” Kardelen artık bayağı ağlıyor, evet diyemiyor. Gülümseyerek başını sallıyor ve babasına sarılıyor. Aslında söylenen bu olmasa da bu bir özür ve bunu ikisi de biliyor. Saat sekize geliyor.

Biz hala Saat Kulesi’nin altındayız. Aradan 12 saat geçti ve zaman hiç geçmedi. Çünkü hayal ettik ve bunu bir öyküye dönüştürdük. Çok da güzel bir öykü oldu. O halde öykümüzün 5. ana karekterini size tanıtmama izin verin: Bizdik. Bütün öyküyü oluşturan bizdik. Size 14 Şubat’ın dört farklı yönününü sundum fakat en güzelini sona sakladım.
Mutlu Dünya Öykü Günleri!  Defne ÖZYURT 8-C