6 Mart 2015 Cuma

DOĞRU SORU SORMAK

  İnsanlar yaşamları boyunca sürekli yeni şeyler öğrenirler. Kitap, gazete, dergi okuyarak görsel medya ve internet sayesinde sürekli bir şeyler öğreniriz. Bir diğer öğrenme biçimi de diğer insanlardan öğrenme biçimidir.
  Herkesin bir ilgi alanı ve uzmanı olduğu bir işi vardır. Pastacıdan pastalar, eczacıdan ilaçlar, doktordan hastalıklar konusunda bilgi alırız. Bunun  için onlara sorular sorarız. Ancak sorular akla ve mantığa uygun olmalıdır.
  Bir pastacıya pastanın içine koyduğu malzemeler ve yapılış şekli ile ilgili sorular sorarsak karşılığında düzgün cevaplar alırız. ‘”Bu pastaya beyaz olsun diye içine alçı mı koydunuz?” diye soru sorarsak kötü bir cevap alırız.

  Doğru sorular doğru yanıtlar getirir. Akıllı insan, akıllı sorular sorar, doğru cevap alarak amacına ulaşır. Tolga ERMAN 5-B

YAŞANACAK BİR HAYAT

Hiç düşündünüz mü? İnsanoğlu ölümsüz olsa ya da yaşanacak birçok hayatı olsa dünya nasıl bir yer olurdu? Ölümsüz olmak başta iyi gibi görünse de, uzun dönemde kaosa neden olur. Bu nedenle evrendeki dengeyi koruyabilmek için her canlının yaşayabileceği bir tek yaşam vardır. Bu yaşamın süresi ve kalitesi kişiden kişiye değişebilir. Önemli olan kişinin yaşam evresini nasıl tamamladığıdır.
Hayatta her şeyi seçemeyiz, örneğin ailemizin içine doğarız, cinsiyetimizi belirleyemeyiz. Ancak yapmamız gereken bazı seçimler de hayatımıza yön verir, nasıl bir insan olacağımızı belirler. Bazılarımız okuyup iyi bir meslek sahibi olmayı seçerken, bazıları katil ya da hırsız olabilir. Doğru seçimler ve kararlar hayatımızı güzelleştirip bizi ileriye taşırken, yanlış seçimler de hayatımızı ya da başkalarının hayatını karartabilir. Herkes hayatını istediği gibi yaşama özgürlüğüne sahiptir. Ancak unutulmamalıdır ki sadece yaşanacak tek bir hayat vardır. Bu hayatın pişmanlıklarla, suçluluklarla geçmemesi için onu en iyi şekilde değerlendirebilenler mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmüş olurlar. 
Ünlü düşünür Cervantes’in dediği gibi: “Hayat bozuk para gibidir; dilediğiniz gibi harcayabilirsiniz ama sadece bir kez.” Bize verilen yaşamın kıymetini bilmeli, onu iyi ve yararlı bir şekilde değerlendirmeliyiz. Mehmet Mert DALKILIÇ 5-A   

5 Mart 2015 Perşembe

BİR ŞEHRİ BIRAKMAK

       1985 yazıydı. Urfa’nın sıcakla kavrulmuş, adeta bir çöle benzeyen ovasından kalkıp İstanbul’a üniversite okumaya geldim. İstanbul, İstanbul, ah İstanbul… Tüm güzelliğiyle beni büyüleyen. Urfa’dan sonra adeta bir girdap gibi beni içine çeken o renkli hayatı, dar sokakları, sabahlara kadar devam eden gece hayatı nasıl da alıkoydu beni derslerimden.
       Balta Limanı’nın dar sokaklarından her sabah neşe içinde yürüyerek sahilde inerdim. Limandaki manavlara bakıp doğduğum şehrin kıpkırmızı biber tarlalarını düşünüp bu şehirle bağlantısını kurmaya çalışırdım. Her sabah kahvaltı yaptığım o kafede tanışmıştım beyaz tenli Rus kızla. Her akşam beyaz Rus kızı takip ederek gittiği barda bana bakmasını dilerdim ama Valsler, foksrotlar altında Suman’dan, Brams’dan parçalar çalan ihtiyar piyanistin dönüp bana bakmasıyla yetinip umutsuz bir şekilde evime dönerdim. Bütün bir üniversite hayatım beyaz bir Rus kadını takip ederek ona duyduğum umutsuz aşkla sona erdi. Artık Urfa’ya ailemin yanına dönme zamanım gelmişti. İşte tekrar doğduğum şehirdeyim. Bir avukat olarak tekrar hatıralarımın olduğu, ekmek paramı kazanacağım, ölmüşlerimin mezarlarının olduğu bu şehirdeyim ancak İstanbul’da bıraktığım ve hiç açılamadığım beyaz Rus sevgilimi bırakıp gelmiştim buralara. Birkaç ayım geçti bu şehirlerde ancak arkamda bıraktığım Rus sevgilimi unutamadığım için Urfa’daki her şeyimi bırakıp sırf bir Rus kız yüzünden İstanbul’a geri döndüm.

      İstanbul, İstanbul, ah İstanbul tekrar geri geldim. Tekrar şarkılar mırıldandığım dar sokaklar kalabalık insanlar ve ben geldim kendimi açamadığım Rus sevgilim. Ece GULÇUR 8-A

KORKUYORUM

Bir zamanlar bir prenses varmış. Adı Petty’miş ve çok büyük bir sarayda yaşıyormuş. Bu prenses her şeyi çok seven, hep mutlu olan bir kızmış çünkü bir sorunu olduğunda kimseye fark ettirmeden, kendisi çözmeyi biliyormuş. Babası bir gün Petty’yi bu kadar uslu ve akıllı bir prenses olduğu için tebrik etmek istemiş. Kız Kral’a teşekkür etmiş ve hayatından mutlu olduğunu söylemiş ama babası ısrar edince “Güneşi çok seviyorum, odamın çatısı camdan olsa da güneşi daha fazla görsem.” demiş. Babası hemen prensesin isteğini yerine getirmiş. Kız çok mutlu olmuş ama birkaç gün sonra bunun çok da iyi bir fikir olmadığına karar vermiş. Güneşli sabahlarda zamanını diğer odalarda geçirir olmuş.
Durumu fark etmeyen Kral, kızının hediyesine sevindiğini görünce bir hediye daha vermek istemiş: kızı yağmuru çok sevdiği için ona bir yağmur makinesi yaptırmış. Kız mutlu olup güneşli sabahları orada geçirmeye başlamış. Tabii bir süre sonra ıslanmaktan bıkıp makineye şemsiyeyle girmeye başlamış. Babası bu sefer durumu fark etmiş ve kendisini affettirmek için daha güzel bir hediye vermek istemiş. Petty’nin rüzgarı çok sevdiğini bildiği için sarayın etrafına hava üfleyiciler taktırmış. Kız babasına onu çok sevdiğini söylemiş ve soğuk rüzgarda oyunlar oynamış. Makinenin ağaçtan üflediği yaprakları yakalamaya çalışıyormuş.

Prenses bir süre sonra bundan da sıkılmış ve rüzgar esince penceresini kapatır olmuş. Kral artık kızmaya başlamış ve bir gün kızını yanına çağırmış. Demiş ki ‘’Petty, sevdiğini söylediğin bu kadar şeyi sana verdim ama şimdi hiçbirini sevmiyor gibisin. İşte bu yüzden korkuyorum, beni de sevdiğini söylüyorsun. Naz KARAİSMAİLOĞLU 8-B

BİR SANATÇININ ÖLÜMÜ

''Ee ...Şey pardon! Ben de bir kahve alabilir miyim?'' Haydi, geç kalıyorum. ''Teşekkürler.'' Hızlı olmalıyım yoksa ''Şiir Dinletisi''ne  geç kalacağım. Tamam, yetiştim. Kapıdaki görevliye yerimin nerede oluğunu sordum. İlk başta beni süzdü. Anlamsızca baktı. Sonra: ''Bu taraftan genç bayan.'' dedi ve yerimi işaret etti. Oturdum. Her tarafta orta yaşlı ve yaşlı katılımcılar vardı. Herkes bana tuhaf gözlerle baktı. Dinleti başladıktan birkaç dakika sonra şiirin tam ortasında sert bir kapı sesiyle irkildim. Yaklaşık 45-50 yaşlarında bir adam insanların üstünden ''Pardon, affedersiniz, özür dilerim...'' diyerek geçti ve yanıma oturdu. Bana selam verdi ve dinletiyi dinlemeye başladı. Dinleti bitiminde yanımda oturan adamı sahneye davet ettiler. Alkışlar, ıslıklar, ''Bravo!''lar... Ona bir ödül verildi. İsmini tam duyamadım ama sanırım ''P'' il başlıyor. Her neyse. Aslında, bu organizasyonu yanımda oturan adam düzenlemiş. Ona bu dinletiyi çok beğendiğimi söylemek ve tebrik etmek için yanına gitmek istedim. Tam giderken ayağım takıldı ve adamın tam önünde yere düştüm. Şiir kitabım, aldığım notlar hepsi yere saçıldı. Hemen yanımdaki şiir kitabımı aldı ve birkaç sayfa karıştırdı.  Kalkmama yardım etti ve yanındaki arkadaşlarına ''Sonra konuşuruz.'' deyip gönderdi. Çok utanmıştım. Bana şiirlerimim ne kadar güzel olduğunu söyledi, benim daha iyilerini yapabileceğimi ve beni çok ünlü bir şair yapabileceğini de. Şok olmuştum. Neden böyle bir şeyle uğraşsın ki? Beni tanımı­- ''İyi akşamlar bayan Lewis.'' dedi ve bana kartını uzattı. Gülümsedi ve gitti. Kartın arkasında bir not vardı: ''Babanı tanırdım, çok iyi bir dost ve şairdi. Nur, içinde  yatsın.''  Demek ki beni daha önceden tanımış ve kartının arkasına bu notu eklemişti. Kartın ön yüzünü çevirdim. İsmi çok tanıdık gelmişti. '' Bay Patrickson.'' Onu biraz araştırdım, çok ünlü bir şairmiş eskiden. (Babamın yaşadığı yıllar.) Yani ben o sıralarda 4-5 yaşlarında olmalıyım. Babamla bir sürü çalışmaları varmış. Bir anda bir e-posta geldi: ''Şiirlerini sabırsızlıkla bekliyorum.'' Gönderen: Bay Patrickson.'' Gönderen oydu, yehuuu! Sonunda hayalimi gerçekleştirebileceğim! Evin içinde tuhaf bir şekilde dans etmeye başlamıştım...
Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Ben her aklıma gelen şiiri özenle yazıp Bay Patrickson'a gönderiyordum. O da tanıdığı editörlerin bazılarına şiirlerimi gönderiyordu. Çoğu şiirim dergilerde ve gazetelerde geziyordu. Ben yine bilgisayarımın başında şiirlerimi yazarken kapı bir anda açıldı. Annem elinde bir pasta ile ''İyi ki doğdun.'' şarkısını söylüyordu. Pastayı masaya koydu. ''Bir misafirimiz var.'' dedi ve odama Bay Patrickson girdi. Doğum günümü kutladı ve elindeki hediyeyi bana uzattı. Teşekkür ettim ve paketi açtım. Aman tanrım! Bu bir şiir kitabı! Hem de benim ve babamın şiirlerinin karması bir şiir kitabı! '' Çok teşekkür ederim Bay Patrickson.'' ''Teşekküre gerek yok kızım. Eğer sen de istersen bu kitabı çoğaltıp piyasaya sunmak istiyoruz.'' Onaylarcasına başımı salladım ve gülümsedim. Heyecanımdan içim içime sığmıyordu. 2 ay sonra şiir kitabım çok satanlar listesinde ilk üçe girmişti. Artık bilinen ünlü bir şairdim. Yaşantımız eskiye göre çok daha iyi ve kolaydı. Her şey çok güzeldi. Odamda kitap okurken telefon çaldı. Telefona ulaşmak için aşağıya doğru inerken annem telefonu açmıştı bile. Annemi dinlemeye başladım. Bir anda gözleri doldu ve bana baktı. ''Ne oldu?'' ifadesinde bir bakış attım. Annem ''Tamam, hemen geliyoruz, teşekkürler.'' Annem telefonu kapattı ve bana Bay Patrickson'ın kanser hastalığının çok ilerlediğini ve ölmeden önce bizi görmek istediğini söyledi. Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Arabaya binip hastaneye gittik.  Doktor bize odayı gösterdi. Koşarak içeri girdik. Daha bir hafta öncesinde sapasağlam olan adam şimdi bir hayalet gibiydi. O yalnız bir adamdı. Ne eşi vardı ne de çocuğu, sadece dostları vardı. Ve biz bir aile gibiydik. Etrafındaki arkadaşları geri çekildi ve Bay Patrickson annemi yanına çağırdı.  Biraz konuştular. Çok iyi duyamıyordum.  Sonra annem bana döndü ve gel işareti yaptı.  Yerinden kalkıp beni oturttu. Bay Patrickson şöyle dedi:
''Senin yeteneğinin olduğunu biliyordum. Hırslı bir kızsın.Ve şirrlerin adeta cennet gibi kızım. Sana yardım edebildiysem ne mutlu bana. Belki babana söz verdiğim gibi senin daha önceden yanında olamadım ama en azından elimden geldiği kadar bir baba  desteğini verdiğimi umuyorum. Keşke biraz daha yanında kalabilseydim. Seni çok seviyorum.''

Bir anda ağlamaya başladım. O da ağlıyordu. ''Ben de sizi çok seviyorum. Yanımda olduğunuz ve bana destek olduğunuz için teşekkürler.'' dedim.  Bir anda öksürmeye başladı ve ardından titremeye nöbet geçiriyordu sanırım. Annem hemen yanına koştu ve elini sımsıkı tuttu. Bende sımsıkı tutuyordum. Doktorlar hemen odaya koşuştular. Ama gecikmişlerdi. Nöbet bitmişti. Sonra yine o ses; ''Dııııııııııııııııııııııııııt!'' Ada ÖNÇAĞ 8-B

AŞK VE ÖMÜR

1. sınıftayken yeni okulumda çok yabancılık çekmiştim. Sınıftakilerin çoğu ana sınıfından birbirlerini tanıyorlardı. Ama ben komşumuz Tarık dışında kimseyi tanımıyordum. Zaten Tarık da başka arkadaşlarıyla oyun oynuyordu. Bir gün öğlen yemeğinde beni yalnız görünce yanıma oturdu. Biraz sohbet ettik. Teneffüste de birlikte oyun oynadık.
            O günden sonra hep birlikte takıldık. Birlikte oyun oynadık, öğlen yemeğini birlikte yedik, hatta akşamüzeri de görüşüyorduk. Evimizin önünde çok büyük çok güzel bir ağaç vardı. Bir gün Tarık'la o ağaca çıktık. Ağacın üzerinden manzara çok güzel gözüküyordu. Birlikte güneşin batışını izledik. Artık her gün aynı saatte ağaçta buluşup sohbet ederek güneşin batışını izliyorduk. Bir gün yine beni ağaca çağırdı. ''Elif, biz büyüyünce  evlenelim mi?'' diye sordu. Gülümseyerek ''olur.'' dedim. 2. sınıfa geçtiğimde babamın işi nedeniyle taşınmak zorunda kaldık, Tarık da ben de çok ağladık ama babam taşınmak zorunda olduğumuzu söyledi. Taşındıktan sonra birkaç ay yüzüm gülmedi. Ama zamanla duruma alıştım. Üniversiteye geçeceğim zaman babam emekli oldu. Böylece eski evimize geri döndük. Eve döner dönmez Tarıkların kapısını çaldım. Tarık kapıyı açınca hemen ona sarıldım ve artık burada yaşayacağımızı söyledim. Tarık bu haberi duyunca çok sevindi. Birkaç yıl sürekli görüştük. Bir gün beni bir yere götüreceğini söyledi. Nereye götüreceğini çok merak ediyordum. Hemen yola çıktık. Biraz yürüdükten sonra ''İşte geldik'' dedi. Önümüzde küçükken çıktığımız büyük ağaç duruyordu. Ağaca çıktık ve bana evlenme teklif etti. Ben de kabul ettim.
            Şimdi 80 yaşındayız ve birbirimize eskisi kadar aşığız. Ömrümüz bitiyor ama aşkımız hiç bitmeyecek. İlayda ALP 8-A

3 Mart 2015 Salı

YAŞAMAK

Çok uzak diyarlarda, hatırlanması mümkün olmayacak kadar eski zamanlarda, bir adam yaşarmış. Bu adam yaşamanın şakaya gelmeyeceğinin farkındaymış. Büyük bir ciddiyetle yaşıyormuş yani. Yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemiyormuş. Bütün işi gücü yaşamakmış. Yaşamayı çok ciddiye alıyormuş anlayacağınız.  Bu adam bir bilim insanıymış. Hani şu kocaman gözlükleri, bembeyaz önlükleriyle laboratuvarda çalışanlardan... Bu adam sadece kendi yaşamını değil, dünyadaki bütün insanların yaşamına çok önem verdiği için, daha önce yüzünü bile görmediği insanların hayatını kurtarmak amacıyla birçok kez kendi hayatını gözünü bile kırpmadan ortaya atmış.  Üstelik kimse onu bunun için zorlamamışken, en güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiği halde. Günlerden bir gün, bu adam laboratuvarda yaşanan bir patlama sonucu ölmüş. Bu adam son nefesini verirken bile yaptığı işten hiç pişman olmamış. Bunca insanın hayatını kurtarmanın verdiği iç ferahlatıcı duyguyla hayata gözlerini yummuş.
Bu adamla aynı zamanlarda fakat ondan çok daha uzak diyarlarda yaşayan başka bir kadın daha varmış. Bu kadın da en az onun kadar önemsiyormuş yaşamayı, başka insanların yaşamlarını. Bu kadın çok ağır kanser hastasıymış. Yakında ameliyata girecek olmasına rağmen hiçbir zaman sönmemiş bu kadının yaşam enerjisi, hiçbir zaman solmamış yüzündeki gülümseme. Çünkü bu kadının yanında onu çok seven insanlar varmış. Gerek arkadaşları gerekse de ailesi her gün onu ziyaret etmek amacıyla hastaneye geliyorlarmış. Her gelişlerinde de hasta kadına birbirinden eğlenceli öyküler, birbirinden komik fıkralar anlatıyorlarmış. Kadın da kanserli ve ölmek üzere olan bir kadından beklenmeyen bir neşeyle, kahkahalar atarak eşlik ediyormuş bu fıkralara, bu hikayelere. Kadının hayata bu denli tutunmasının tek sebebi çevresindeki bu insanlar değilmiş.  Kadın hayatını kendi istediği gibi, dolu dolu, bol heyecanlı, bol kahkahalı, bol gülümsemeli, bol neşeli ama en önemlisi de hayatı üzerinde kimsenin ondan daha fazla söz sahibi olmasına izin vermeden yaşamış. Yani her zaman kendi kararlarını kendi verip tam anlamıyla kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış. Bu sebeple olduğu durumdan şikayet etmiyormuş. Hayattan beklediği, istediği başka hiçbir dileği olmadığı için ölüme hazır olduğundan. Günlerden bir gün bu kadının ameliyat günü gelmiş. Kadın da kurtulamayacağının farkındaymış, doktorları, arkadaşları, ailesi de...  Beklenen sonuç gerçekleşmiş kadın ameliyat esnasında son nefesini verip hayata gözlerini yummuş, ama ölürken bile o gülümsemesi yüzünden düşmemiş, çünkü yaşadığı hayattan dolayı son derece mutluymuş. Doktorlar hastanın yakınlarına ölüm haberini verdiklerinde herkes çok üzülmüş ve gözyaşlarına boğulmuşlar. Aradan yıllar geçmesine rağmen onu sevenler kadından söz etmeye devam ediyorlarmış. Onun her sabah hastane penceresinden dışarıya bakıp hava durumunu kontrol ettiğini, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi hergün televizyonda çıkacak yeni haberleri büyük bir coşkuyla beklediğini anlatıyorlarmış tanıdıkları herkese yüzlerindeki gülümseme hiç solmadan. Hayatları boyunca da aynısını yapmaya devam edeceklermiş.
Kurtuluş savaşı sırasında Batı Cephesinde savaşan cesur bir asker varmış. O da karısını, çocuğunu, memleketini arkasında bırakıp gelmiş buralara kadar. Bu asker de tıpkı kanserli kadın ve bilimadamı gibi yaşamayı çok ciddiye alan bir insanmış, fakat ciddiye aldığı yaşam sadece kendisininki olmadığı, vatanını, vatanında yaşayan bütün insanların canını kendi canından daha çok önemsediği için, ölümü göze alıp, savaşmaya gelmiş.  Savaş esnasında, daha ilk hücumda yüzükoyun yere kapaklanıp ölebileceğinin farkındaymış. Gerçekten de olabileceğini düşündüğü şey gerçekleşmiş, daha ilk hücum sırasında, tam göğsünün ortasına yediği bir kurşun yüzüünden yüzükoyun yere kapaklanıp hayata gözlerini yummuş. Onun ölüm haberini alan karısı ve çocukları yasa girmişler, gözyaşlarına boğulmuşlar. Yine de onun kahraman bir şehit olarak ölmesinden her zaman gurur duymuşlar.
Yakın zamanlarda, yakın diyarlarda yaşayan bir başka adam daha varmış. Bu adamın da tıpkı diğerleri gibi işi gücü yaşamakmış. Bu adam bir şairmiş. Aydın, ilerici, gerçekçi, araştırmacı ve çok kitap okuyan bir insanmış. Fakat bu adamın nerdeyse bütün fikirleri o zamanki gerici dindar - en azından öyle olduklarını sanan -  yalancı hükümet ile ters düşüyormuş. O zamanki halk çok eğitimsiz olduğundan bir türlü bu adamın maskesinin altında yatan gerçek yüzünü görememişler. Bu sebeple de hala daha onları kendilerinin başına getirtmeye ve kendi geleceklerini karartmaya devam ediyorlarmış. Bu hükümet bizim bu aydın şairi hapse atmış. Anlayacağınız gibi adamın hiçbir suçu yok. Düşünce suçlusu. Bu adam yaklaşık elli yaşındaymış. Hapisten çıkmasına ise daha yaklaşık on sekiz senesi varmış. Bu şair neredeyse hiçbir zaman dışarı çıkmamasına rağmen, her zaman dışarıyla bir bütün olarak yaşamış. Dışarıdaki hayvanlarla, esen rüzgârla, kavga eden insanlarla... Yani hiç ölmeyecekmiş gibi, yaşama sımsıkı tutunarak...

Bu öykü bambaşka insanların, bambaşka hayatların öyküsü. Bunlar benim kalemimden dökülenler... Apayrı hikayeler ama aynı yaşama sevgisi, aynı sonuç. "Yaşadım!" diyebilecek insanların hikâyesi! Ceren ÇİV 8-B

AŞIKLARIN ÖLÜMÜ

İki genç insan, iki zavallı genç insan. Bir elmanın iki yarısı gibiler, sokakta yürüdüklerinde herkesin bakışlarını üstlerine çevirtiyorlar. Edebiyata meraklılar; çocuk kıza şiirler yazıyor, gece geç saatlere kadar oyunlar oynuyorlar. Resme meraklılar; kız iyi bir ressam ve çocuk onu çizerken izlemeyi seviyor. Müziğe meraklılar; her sokak festivalinde onları görmek mümkün. Paraları yok ama bu önemli değil çünkü paraya meraklı değiller. Ancak yatağa arada bir dolu karınlarla girmek istiyorlar.  Bir gün sokakta gezerlerken rengarenk şekerlerin olduğu bir tezgaha yaklaşıyor çocuk, ancak satıcı ona kötü bakışlar atınca yaklaştığı hızla geri çekiliyor. Kız onun üzgün olmasından nefret ettiği için tezgaha kendi gidiyor, satıcı onu güzellikle karşılıyor. Kız çocuğun sevdiğini bildiği şekerlerden seçip fiyatını soruyor, satıcı da onunla bir anlaşma yapabileceğini söylüyor. Saf kız anlaşmanın ne olduğunu bilmemişine rağmen kabul ediyor, çünkü çocuğu ona olabilecek herhangi bir şeyden fazla seviyor. Bunları gören çocuk satıcının yanına geliyor, öncekinden daha özgüvenle dolu olduğu belli bir şekilde, yüzü tanınamaz hale gelene kadar ona vuruyor, etraftakilerin ve kızın uyarılarını dinlemiyor ve sonu sarayın zindanlarında bitiyor. Kız bütün gece ağlıyor çünkü çocuğu sonsuza kadar kaybettiğini biliyor, çocuk bütün gece ağlıyor çünkü kızın ağladığını biliyor. Kız çocuğu son kez görmeye gitmiyor, odasında hayatının sonuna kadar onu düşünmeye çalışıyor, ancak bunu başaramıyor. Eninde sonunda çocuğu unutuyor, başka birisiyle evleniyor ve çocukları oluyor, çocuklarının da evlendiğini görüyor. Acısı, gün yavaş yavaş azalıyor ve sonunda, aşkıyla beraber yok olduğunda, öldüğü gün, beyaz ışığa onu çağıran kişi, çocuk olmuyor. Ayda Nil YAPUCU 8-A