3 Mart 2015 Salı

YAŞAMAK

Çok uzak diyarlarda, hatırlanması mümkün olmayacak kadar eski zamanlarda, bir adam yaşarmış. Bu adam yaşamanın şakaya gelmeyeceğinin farkındaymış. Büyük bir ciddiyetle yaşıyormuş yani. Yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemiyormuş. Bütün işi gücü yaşamakmış. Yaşamayı çok ciddiye alıyormuş anlayacağınız.  Bu adam bir bilim insanıymış. Hani şu kocaman gözlükleri, bembeyaz önlükleriyle laboratuvarda çalışanlardan... Bu adam sadece kendi yaşamını değil, dünyadaki bütün insanların yaşamına çok önem verdiği için, daha önce yüzünü bile görmediği insanların hayatını kurtarmak amacıyla birçok kez kendi hayatını gözünü bile kırpmadan ortaya atmış.  Üstelik kimse onu bunun için zorlamamışken, en güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiği halde. Günlerden bir gün, bu adam laboratuvarda yaşanan bir patlama sonucu ölmüş. Bu adam son nefesini verirken bile yaptığı işten hiç pişman olmamış. Bunca insanın hayatını kurtarmanın verdiği iç ferahlatıcı duyguyla hayata gözlerini yummuş.
Bu adamla aynı zamanlarda fakat ondan çok daha uzak diyarlarda yaşayan başka bir kadın daha varmış. Bu kadın da en az onun kadar önemsiyormuş yaşamayı, başka insanların yaşamlarını. Bu kadın çok ağır kanser hastasıymış. Yakında ameliyata girecek olmasına rağmen hiçbir zaman sönmemiş bu kadının yaşam enerjisi, hiçbir zaman solmamış yüzündeki gülümseme. Çünkü bu kadının yanında onu çok seven insanlar varmış. Gerek arkadaşları gerekse de ailesi her gün onu ziyaret etmek amacıyla hastaneye geliyorlarmış. Her gelişlerinde de hasta kadına birbirinden eğlenceli öyküler, birbirinden komik fıkralar anlatıyorlarmış. Kadın da kanserli ve ölmek üzere olan bir kadından beklenmeyen bir neşeyle, kahkahalar atarak eşlik ediyormuş bu fıkralara, bu hikayelere. Kadının hayata bu denli tutunmasının tek sebebi çevresindeki bu insanlar değilmiş.  Kadın hayatını kendi istediği gibi, dolu dolu, bol heyecanlı, bol kahkahalı, bol gülümsemeli, bol neşeli ama en önemlisi de hayatı üzerinde kimsenin ondan daha fazla söz sahibi olmasına izin vermeden yaşamış. Yani her zaman kendi kararlarını kendi verip tam anlamıyla kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış. Bu sebeple olduğu durumdan şikayet etmiyormuş. Hayattan beklediği, istediği başka hiçbir dileği olmadığı için ölüme hazır olduğundan. Günlerden bir gün bu kadının ameliyat günü gelmiş. Kadın da kurtulamayacağının farkındaymış, doktorları, arkadaşları, ailesi de...  Beklenen sonuç gerçekleşmiş kadın ameliyat esnasında son nefesini verip hayata gözlerini yummuş, ama ölürken bile o gülümsemesi yüzünden düşmemiş, çünkü yaşadığı hayattan dolayı son derece mutluymuş. Doktorlar hastanın yakınlarına ölüm haberini verdiklerinde herkes çok üzülmüş ve gözyaşlarına boğulmuşlar. Aradan yıllar geçmesine rağmen onu sevenler kadından söz etmeye devam ediyorlarmış. Onun her sabah hastane penceresinden dışarıya bakıp hava durumunu kontrol ettiğini, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi hergün televizyonda çıkacak yeni haberleri büyük bir coşkuyla beklediğini anlatıyorlarmış tanıdıkları herkese yüzlerindeki gülümseme hiç solmadan. Hayatları boyunca da aynısını yapmaya devam edeceklermiş.
Kurtuluş savaşı sırasında Batı Cephesinde savaşan cesur bir asker varmış. O da karısını, çocuğunu, memleketini arkasında bırakıp gelmiş buralara kadar. Bu asker de tıpkı kanserli kadın ve bilimadamı gibi yaşamayı çok ciddiye alan bir insanmış, fakat ciddiye aldığı yaşam sadece kendisininki olmadığı, vatanını, vatanında yaşayan bütün insanların canını kendi canından daha çok önemsediği için, ölümü göze alıp, savaşmaya gelmiş.  Savaş esnasında, daha ilk hücumda yüzükoyun yere kapaklanıp ölebileceğinin farkındaymış. Gerçekten de olabileceğini düşündüğü şey gerçekleşmiş, daha ilk hücum sırasında, tam göğsünün ortasına yediği bir kurşun yüzüünden yüzükoyun yere kapaklanıp hayata gözlerini yummuş. Onun ölüm haberini alan karısı ve çocukları yasa girmişler, gözyaşlarına boğulmuşlar. Yine de onun kahraman bir şehit olarak ölmesinden her zaman gurur duymuşlar.
Yakın zamanlarda, yakın diyarlarda yaşayan bir başka adam daha varmış. Bu adamın da tıpkı diğerleri gibi işi gücü yaşamakmış. Bu adam bir şairmiş. Aydın, ilerici, gerçekçi, araştırmacı ve çok kitap okuyan bir insanmış. Fakat bu adamın nerdeyse bütün fikirleri o zamanki gerici dindar - en azından öyle olduklarını sanan -  yalancı hükümet ile ters düşüyormuş. O zamanki halk çok eğitimsiz olduğundan bir türlü bu adamın maskesinin altında yatan gerçek yüzünü görememişler. Bu sebeple de hala daha onları kendilerinin başına getirtmeye ve kendi geleceklerini karartmaya devam ediyorlarmış. Bu hükümet bizim bu aydın şairi hapse atmış. Anlayacağınız gibi adamın hiçbir suçu yok. Düşünce suçlusu. Bu adam yaklaşık elli yaşındaymış. Hapisten çıkmasına ise daha yaklaşık on sekiz senesi varmış. Bu şair neredeyse hiçbir zaman dışarı çıkmamasına rağmen, her zaman dışarıyla bir bütün olarak yaşamış. Dışarıdaki hayvanlarla, esen rüzgârla, kavga eden insanlarla... Yani hiç ölmeyecekmiş gibi, yaşama sımsıkı tutunarak...

Bu öykü bambaşka insanların, bambaşka hayatların öyküsü. Bunlar benim kalemimden dökülenler... Apayrı hikayeler ama aynı yaşama sevgisi, aynı sonuç. "Yaşadım!" diyebilecek insanların hikâyesi! Ceren ÇİV 8-B