1985 yazıydı.
Urfa’nın sıcakla kavrulmuş, adeta bir çöle benzeyen ovasından kalkıp İstanbul’a
üniversite okumaya geldim. İstanbul, İstanbul, ah İstanbul… Tüm güzelliğiyle
beni büyüleyen. Urfa’dan sonra adeta bir girdap gibi beni içine çeken o renkli
hayatı, dar sokakları, sabahlara kadar devam eden gece hayatı nasıl da alıkoydu
beni derslerimden.
Balta Limanı’nın dar sokaklarından her
sabah neşe içinde yürüyerek sahilde inerdim. Limandaki manavlara bakıp doğduğum
şehrin kıpkırmızı biber tarlalarını düşünüp bu şehirle bağlantısını kurmaya
çalışırdım. Her sabah kahvaltı yaptığım o kafede tanışmıştım beyaz tenli Rus
kızla. Her akşam beyaz Rus kızı takip ederek gittiği barda bana bakmasını
dilerdim ama Valsler, foksrotlar altında Suman’dan, Brams’dan parçalar çalan
ihtiyar piyanistin dönüp bana bakmasıyla yetinip umutsuz bir şekilde evime
dönerdim. Bütün bir üniversite hayatım beyaz bir Rus kadını takip ederek ona
duyduğum umutsuz aşkla sona erdi. Artık Urfa’ya ailemin yanına dönme zamanım
gelmişti. İşte tekrar doğduğum şehirdeyim. Bir avukat olarak tekrar
hatıralarımın olduğu, ekmek paramı kazanacağım, ölmüşlerimin mezarlarının
olduğu bu şehirdeyim ancak İstanbul’da bıraktığım ve hiç açılamadığım beyaz Rus
sevgilimi bırakıp gelmiştim buralara. Birkaç ayım geçti bu şehirlerde ancak
arkamda bıraktığım Rus sevgilimi unutamadığım için Urfa’daki her şeyimi bırakıp
sırf bir Rus kız yüzünden İstanbul’a geri döndüm.
İstanbul, İstanbul, ah İstanbul tekrar
geri geldim. Tekrar şarkılar mırıldandığım dar sokaklar kalabalık insanlar ve
ben geldim kendimi açamadığım Rus sevgilim. Ece GULÇUR 8-A