28 Şubat 2014 Cuma
SOKAK ÇOCUKLARININ DRAMI
Gülümsedi Mehmet. Çünkü insan küçük şeylerden mutlu olabiliyordu. Zaten de küçük kızın elinde tuttuğu şey, Mehmet'in en sevdiği çikolatanın bir parçasından başka bir şey değildi ki. Küçük kızın adı Zehra'ydı ve o da çikolataya bayılırdı. Ancak birkaç parçayı sadece kendi mutluluğu için kullanmaya yüreği el vermemişti açıkçası. İkisi birlikte kuytu bir köşe buldular yaşadıkları çöplükte. Çünkü Zehra zaten az olan çikolata parçasında 3. bir “arkadaş” istemiyordu. Onların çöplüğünde işler böyle yürürdü. Eğer bir yiyecek bulursanız o bitene kadar en sevilen şahsiyet olursunuz, ondan sonra yüzünüze bakan olmaz. Özellikle çikolata, sakız, mentos gibi şeyler çok sevilirdi. Şimdi size bu aslında kardeş olmayan ama kardeş olmaya herhalde daha fazla yaklaşamayacak olan bu iki arkadaşın hikayesini anlatmayı kendime görev bilirim! Yıllar, yıllar önce (10 yıl önce yani) Zehra adında küçük bir kız çocuğu çığlıklar atarak bu dünyaya gelir. Bu aynı zamanda Mehmet adında bir çocuğun evden atılıp sokakta kaderine terk edilme günüdür. Mehmet o günden yaklaşık 2 hafta sonra ölmek üzereyken yetimhaneye getirilir, ondan da 5 yıl sonra Zehra kendini orada bulur. Birlikte yaş farkına rağmen oldukça iyi anlaşırlar. Ama bu mutluluk çok uzun sürmeyecektir. Bir gün, tüm yetimlerin istediği şey gerçekleşir: Bir çift insan bu unutulmuş yere gelir! İstedikleri de 6-7 yaşlarında, zeki, uslu bir kızdır. Ve Zehra bu tanıma uyuyordur ne yazık ki! Mehmet de Zehra da bunu kabul edemez çünkü böyle bir şey olursa bir daha asla görüşemeyecektirler. Çiftin Zehra'yı Mehmet'ten ayırmaya gelmesinden önce ikisi birlikte kaçarlar, sonunda her zaman bağıran öğretmenleri, görevlileri ve daha fazlasını atlatana dek. Ne yazık ki sevinçleri uzun sürmez. Şimdi de bu iki kaçağı arayan polis vardır! Sonunda polis, patlamada ölen iki çocuğun harap olmuş cesedini bulur. Korkmayın, kahramanlarımız değil bu bahtsız çocuklar! Ama polis bunları Zehra ve Mehmet sanır, televizyonda onlar için 4-5 dakika bir haber ayrılır ve belki de birkaç evde yazık, vah vah vb. şeyler denir. Sonunda polisten kurtulmuşlardır ama şimdi de ne yazık ki daha büyük bir sorunları ve düşmanları vardır: açlık. Bu sorun uzun sürmez. İlk satırlarda adı geçen çöplüğü bulurlar. O zamanlar daha sadece 5-10 çocuk olmasına rağmen zamanla kalabalıklaşacaktır ve resmen çocuk sürüsüne dönüşecektir burası. Her gün, tüm çocuklar şehre inerler, birkaç parça yemek dilenmek için farklı yerlere giderler. Ne yazık ki arada sırada bazıları, özellikle de kız çocukları geri dönmez, birkaç hafta sonra geri dönenlerin ise gözlerindeki ışıltı kaybolmuştur, gülümsemeleri ve yaşama istekleri de öyle. Çoğu diğerleri cesedini yok etmekle uğraşmasın diye, çünkü orada son ihtiyaçları olacak şey sokak köpekleri, sinekler ve daha fazla mikroptur, açıkta kalmış bir lağım çukuruna atlarlar ve bir daha gerçekten onları gören olmaz! Neyse ki kahramanlarımızdan Zehra Mehmet'i (ve kendini) mutlu edebilmek uğruna bu riski aldığında başına bir iş gelmez. Zaten Zehra birkaç saat gecikiversin, Mehmet tüm çocukları organize eder, zorla santim santim aratır onu. Bu yüzden adları çıkmıştır Mehmet Zehra'ya aşık diye. İkisi de takmaz onları. Başkası kayboluversin, ilk hafta kayıp olduğunun anlaşılması bile iyi bir şeydir! Çünkü burada en az 30 çocuk vardır ve her gün yenileri gelir. Çöplüğün en iyi yanlarından biri çok büyük olmasıdır ve bu hurdalarla her şeyin yapılabilmesidir. Bu yüzden bu kadar çok çocuk vardır ya etrafta. Sokak kuytularında yalnız ve barınaksız kalmaktansa iyi kötü bir barınaklarının olmasını ve etrafta daha çok insanın olmasını tercih ederler. Geceleri başınıza bir iş geldiğinde tek şahidin sokak kedileri olmasını istemezsiniz, değil mi? Şimdi zaman zaman anlatım hataları yapmış olsam da sizlere bu iki çocuğun hikâyesini anlattığıma memnunum. İyi geceler, iyi tatiller falan filan! Ve işte klavyemin takırtıları 30 dakikanın sonunda bitti! Ece GÜRPINARLI 6-A
27 Şubat 2014 Perşembe
KAHKAHANIN KENDİSİ
Ablam tanıdığım insanlardan çok daha farklı biriydi. Hiç ağlamazdı. Tanımazdı daha kederi. Hep gülerdi gözlerinin içi. İçi dışı kahkaha atardı yani.
Keder sevmezdi onu, ağlamazdı hiç… Uzaktan bakınca ağladığını sanırdınız ama gözyaşlarında kahkahalar saklıydı.
Kurallar sevmezdi onu, dinlemezdi hiç… Özgürdü. Hayatı seviyordu, doyasıya yaşıyordu. Rengarenkti hayat.
Gökkuşağının binlerce rengini yağmur oluştururdu. Koyu gri hüzün veren damlalar bile kahkaha atan gökkuşağının bir parçasıydı Ama ablam kahkahanın bir parçası değildi ki. Ablam kahkahanın kendisiydi. Güney Naz TÜMÜKLÜ 6-B
26 Şubat 2014 Çarşamba
SONSUZ MUTLULUK
Bu son satırları yazarken veda ediyorum hayatıma. Ve merhaba diyorum, beni yukarıda bekleyenlere. Ben de geliyorum oraya, bu pis çukurdan çıkmaya çalışıyorum. Az kaldı, bu mektubu yazdıktan sonra, yine beraber olacağız, sevgilim. Yine beraber olacağız, sonsuz mutluluğa ulaşacağız…
Geçirdiğimiz kazadan sonra hiçbir şey kolay değil, meleğim. Umutsuzca bir şeyler karalıyorum tuvale. Ardından, ellerim titreyerek boyuyorum. Hayal gücü kalmadı bende. Her düşünmek istediğimde, gözümün önüne sen geliyorsun. Arabadan sarkan kanlı elinin, o soğuk parmaklarının ve sessizliğinin hatırası her yanımı sarıyor. Bizimki aşk evliliği olacaktı, meleğim. Çıkar için değil. Sadece aşk.
Evden çıkmıyorum artık. Her şey bana seni hatırlatıyor. Evi bağışladım bu yüzden. Bana kızmadın, değil mi meleğim? Birazdan geliyorum yanına, anlatırsın sonra bana.
Her şeyin bir sebebi olmalı derdin hep. Eminim, yanına gelince de sebebini soracaksın. İşte, bu yüzden, bir şiir yazdım, tam olarak anlatıyor durumumu.
Bekle meleğim, geliyorum!
Geceydi, Vitoşa’dan geliyordum
Arabanın içindeydim tek başıma.
Çevrede sıra sıra şaşkın yayalar
Gitar sesleri, şarkılar.
Koyu karanlığın içinde
Küçük bir yıldız gibi birden
Farların yansısı parladı
Genç bir adamın omzunda.
Hepsi bu kadar, bir saniye ancak
Ama neler vermezdim uğruna
Nişan yüzüklü bir kadının elinin
Böyle konması için omzuma.
Doğa TUTULMAZ 7-B
23 Şubat 2014 Pazar
ÇOCUKLUK MACERAM
Ben daha 7 yaşında bir erkek yetimim. Annem beni doğururken ölmüş. Babam da işleri iyi olmadığı için beni sokağa bırakmış. Bir hafta sonra polis beni bulmuş ve buraya getirmiş. O gün bu gündür burada yaşıyorum. Her gün ayrı bir dert ile geçiyor. Burada çok kötü çocuklar var. Her gün sayımız iki katına çıkıyor ve buradaki kişilerde bize çok kötü davranıyor. Islahevinden de iki çocuk var. Bize resmen zulüm uyguluyorlar. Ama bugün her zamanki gibi olmadı. Yetimhanenin müdürü beni odasına çağırdı. Yüzüne mutlu bir ifade takınmıştı. Onun bu yüzünü görünce iyi bir şeyler olduğunu anladım. Bana orta yükseklikte bir sesle:
- Bugün senin şanslı günün, sanırım sana göre bir aile bulduk, dedi.
Ben de bu sözü duyunca sevinçten havalara uçtum. Hayatımda uzun süredir böyle iyi bir cümle duymamıştım. Sonra:
-Yarın seni almaya gelecekler, dedi.
Yeni ailem beni gelip aldı. İyi oldukları yüzlerinden anlaşılıyordu. Evdeki odama ilk girdiğimde fark ettim ki hayalimdeki odaydı. Büyük ve geniş bir oda. Artık yeni yaşamım bu. Yarın okul başlıyor. Artık uyumam gerekiyor. Benim hikayem de bu. İyi geceler... Doğukan SEVEN 6-A
YAŞAM ÖYKÜM
Ben daha 7 yaşındaki bir erkek çocuğuyum. Bir köyde yaşıyorum. Yaşadığım köy Türkiye ile Suriye arasında kalan sınır bölgesinde. Yaşadığımız yer çok kurak olduğu için tarım yapamıyoruz, onun yerine beslediğimiz develer sayesinde hayatta kalıyoruz. Tabii ki de hem develere hem de insanlara su yetiştirmek zor oluyor. Ben ve arkadaşlarım için iyi olan şey köyümüzün etrafının tamamen boş arazilerden oluşması, böylece etrafta koşuşturabiliyoruz. Bir gün arkadaşlarım ile ben etrafta koşmaktan bıktığımız için yeri kazmaya başladık, tabii ki de bir şey bulamamamızın yanında torak çok kuru olduğu için taşlarla kazmaya çalışmak çok zor oluyordu ta ki topağın üstünü ince bir örtü gibi örttüğü parlak sarı şeyi bulana kadar. Hepimiz o şeyi çıkarabilmek için çekmemize rağmen bu çok zor olmuştu. Bu şey en azından 10 kiloydu. Hepimiz beraberce o garip şeyi köyün büyüklerine gösterdik, hepsinin yüzüne renk gelmişti. Bize bunun bir altın olduğunu söylediler ve bizi tebrik ettiler, doğal olarak biz de altından kendi payımızı alacaktık. Elimize geçen parayla ve çocuk aklımızla kazı aletleri aldık ve elimizde hiç para kalmadığını fark edince yeni şeyler bulmak için kazmaya başladık. Ben çapayı kaldırdığım gibi yere vurdum, çapa saplanıp kalmıştı. Ne kadar uğraşsam da çapa oradan çıkmıyordu. Aniden çapa ve yer deli gibi sallanmaya başladı. Bir anda çapa yerinden fırladı, onun fırlamasıyla dışarı siyah bir sıvı fışkırmaya başladı. Arkadaşlarım hemen petrol diye bağırmaya başladılar. Bunu duyan köylüler hemen evlerindeki ne kadar kova varsa hepsini kapıp gelmişlerdi bile. Bir dakika sonra etraf içi petrolle dolu kovalarla dolmuştu. Arkadaşımın babası hemen telefonunu kapıp jandarmaya haber verdi. Jandarmanın gelmesiyle etrafa paparazzilerin dolması bir oldu. Birkaç dakika sonra büyük bir petrol firmasını yöneten adam bu petrol karşılığında bize çok para teklif etti. İşte bu kadar… Artık zenginim ve bu benim hayat hikayem. Umarım sizin hayatınız da iyi geçer. Kaan ADA 6-A
22 Şubat 2014 Cumartesi
SEN HİÇ DÜŞÜNDÜN MÜ?
Düşünmek çok önemlidir. Ama ondan daha önemli olan da kafandakini, düşündüğün şeyleri dile getirebilmektir. Dünyanın en zekice, iyi, hoş fikrini bulsan söyleyemediğin zaman hiçbir işe yaramaz oluyor. Bazen de çok düşünmek iyi değildir. Başımıza bela açar. Hem aklına gelen her şeyi anında söylemeyeceksin hem de sır küpü gibi hiçbir şey söylemeyeceksin. Düşünüp mantıklı olanı uygun ortamda söyleyeceksin. Tabii ki söylemek için cesaret gerekir.
Cesaret çok önemlidir. O olmazsa birçok şey olmazdı. İnsanlar başka kişilerle tanışamazdı. Zor işleri başaramazdık. Dünya rekorları kırılamazdı. Ama herkes çok cesaretli olsaydı da olmazdı. Herkes her istediğini yapardı. Mesela herkes rahatlıkla hırsızlık yapardı.
Bence bazılarının söylediği şu “Her şeyin bir düzeni olmak zorundadır.” kuralı hayatta geçerli değil. Eğer öyle olsaydı biz aşk acısı çekmezdik çünkü “düzene göre” bize aşık olan erkekle tanışacağız. Düzen olsaydı buluşlar olmazdı. Bence Andre Gide çok güzel söylemiş: “Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemeyen yeni okyanuslar keşfedemez.” Cesaret öylesine “aklına gelen en saçma şeyi” yapmakla olmaz. Cesaretli biri mantıklı bir şeyi yapmaya çalışır. Daha önce yapılan bir şeyin sınırını zorlayabilir. Cesaret bir teknedir. Tekne senin elinde, nereye gitmek istersen gidebilirsin ama bunu aklında sınırlı tutma. Aklında Paris’e, Londra’ya, İspanya’ya veya uzaya gidebilirsin. Ama bu sadece o teknenin içinde oturmak ve balık tutmak olur. Hayaller kur ama gerçekleştirmeye çalış. Tekneyi sürmeyi bilmiyorsan. Nereden başlayacağını bilmiyorsan. Aklına gelen ilk şeyi yap. Çünkü o hep doğrudur. Senin doğrundur. Eğer insanlar merak etmeseydi, şu anki hayatımızdaki birçok şey olmazdı. Mesela ampul, Amerika kıtası… O yüzden düşünmeyi bırak ve biraz anı yap kendine! Hayatı hayal ederek değil bir şeyler yaparak yaşayabilirsin! İepk GÜVENTÜRK 8-B
21 Şubat 2014 Cuma
SOPHİE SİLVİA
Ben Sophie Silvia. Otuz yaşında, hayatı deli bir adamın akvaryumunda bir tür süs balığı olarak geçen acınası bir kızım.
Kabusum nasıl mı başladı? Altı yaşındaydım. Annem sonunda bir süs balığı almama izin vermişti. Harçlığımı kapıp sokağa fırladım. Etrafıma bakına bakına yürüyordum. Yanlışlıkla sihirbaz kıyafetleri giymiş bir beyefendiye çarptım. Hemen durup özür diledim. “Pardon bayım, sizi görmemişim.” Beyefendi beni selamladı. Kocaman bir gülüşle: “Unutma genç bayan! Elindekilerle yetinmelisin.” O zaman buna bir anlam verememiştim. Ancak şimdi çok iyi anlıyorum. Altı yaşındaki bir kız bu sözlerin tüm hayatını etkileyeceğini nasıl bilebilir ki? Beyefendiyi selamlayıp yoluma devam ettim. Evimizden yaklaşık yarım kilometre uzaklıkta bulunan bir evcil hayvan dükkânı vardı. Ancak orayı sevmiyordum. Yaptıkları, hayvanlara eziyetten başka bir şey değildi. Evcil hayvan dükkânından sonra biraz daha ilerleyince SU DÜNYASI adında başka bir dükkân vardı. Sadece balık satıyordu. Dükkânın kendisi bir akvaryumdu. Her taraf camdı. Herhalde dükkânda en az elli çeşit balık vardı. Dükkâna daha önce birçok kez gelmiştim. Ancak hiçbir şey satın alamamıştım. Sadece balıkları hayranlıkla izlemiştim. Gene balıkları birkaç dakika hayranlıkla izledim. Ancak alacağım balığı en az elli geliş önce seçmiştim. Balıklara, alacağım balık satılmamış umuduyla baktım ve onu gördüm. Turuncu, küçücük yüzgeçleriyle yüzmeye çalışıyordu. Satıcıya süs balığını gösterdim. “Bunu istiyorum.” Satıcı gülümsedi. Akvaryumdan balığı çıkardı ve küçük cam bir akvaryuma balığı koyup bana verdi. Balığa mutluluk ve özlem ile baktım. Sonra cebimden birkaç dolar çıkarıp satıcıya uzattım. Satıcı gene gülümsedi. “Gerek yok.” dedi. “Ama…” sözümü yarıda kesti. “Haydi, git onunla bir çikolata al. Para istemiyorum, cidden.” Mutlulukla adama teşekkür edip eve doğru yöneldim. Satıcı arkamdan “Yarın yine gel, belki balığına bir arkadaş buluruz.” dedi. Eve döndüğümde balığımı yatağımın yanındaki sehpaya koydum. Dört yaşındaki erkek kardeşim Agnes merakla geldi. “Bu da ne?” “Bu benim balığım. Adı ….eee adı şey…” Agnes “Fish!” diye bağırdı. “Şey, evet çok mantıklı. Balık!” O sırada annem Agnes’i çağırdı. O da koşar adım uzaklaştı. Ben yatağıma yatıp hayallere daldım. Beş dakika içinde de uyudum. Sabah kalkar kalkmaz balığımın durduğu sehpaya baktım. Balığım orada yoktu. Telaşla ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla ayaklarımın ıslanması bir oldu. Yere baktım. Yerde biraz su, cam kırıkları ve balığımın cansız bedeni duruyordu. Gözlerim doldu. Balığımı elime alıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Sesimi duyan annem telaşla odama geldi. Yanında Agnes de vardı. Annem “Balığını yere mi düşürdün?” dedi. “Hayır” diye haykırdım. Annem Agnes’e baktı. Agnes masum küçük çocuk sesiyle “Balık yere düştü.” dedi. Ağlamam daha da şiddetlendi. Agnes ceza almadı. Sessizce balığımın tuvalete atılışını izledim. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Günümü odamda geçirdim. Bu sıra da satıcıya verdiğim sözü unuttum. Birkaç gün sonra dükkâna gene balık almaya gittim. Satıcı neden bir tane daha aldığımı sordu. Satıcının yüzü seğirdi. Balığımı verdi. Ben de eve gittim. Annem evde temizlik yaparken balığımı düşürüp öldürdü. Balığımın ikinci kez tuvalete atılmasını sessizce izledim. Diğer gün gene balık almaya gittim. Bu sefer de satıcının yüzü seğirdi, burnundan solumaya başladı. Sakince “Bir sürü balığın olduğu çok güzel bir yere gitmek ister misin? Balıkların hepsi senin olabilir veya sana yeni bir balık verip seni eve gönderebilirim.” Bir sürü balık, hepsi benim. Heyecanla “Evet gidelim.” dedim. Satıcı kasanın arkasındaki kapıyı açtı. Eliyle buyur hareketi yaptı. Kapıdan içeri girdim. Satıcı bir anda kapıyı yüzüme kapadı. Oda son sürat aşağı inmeye başladı. Bu bir tür asansördü. Hatta can sıkıcı bir asansör müziği de vardı. Bana bir saat gibi gelen bir sürenin ardından asansör durdu. Odanın camdan yapıldığını fark ettim. Tanrım, bu çok büyük bir odaydı. Bir sürü balık vardı. Megafonla kulağımın yanında konuşuluyormuş gibi çok yüksek bir ses geldi. “Camın diğer tarafında olmak nasıl bir duyguymuş Sophie?” Önce sesin nereden geldiğini anlayamadım. Sonra karşıda dev boyutlardaki satıcıyı gördüm. O anda fark ettim. Yanımdaki balıklar ne kadar da büyüktü. “Senin gibi hayvanlara saygı duymayan insanları balığa çeviriyorum. Sonra dükkâna sizin gibi saygısızlar geliyor. Sizlerden birini alıp öldürüyor. Siz de cezanızı çekiyorsunuz. Sonra o da sizin gibi balık oluyor. Onu başkası alıyor. O da ölüp cezasını çekiyor. Bir tür döngü yani.” Satıcıya haykırmaya çalıştım. Ancak sadece ağzımdan baloncuklar çıktı. Satıcı güldü. “Sen bir balıksın Sophie, konuşamazsın.”
Yirmi dört yıldır bu akvaryumdayım. Her gün balıkların ölmek için yeni çocuklara verilmesini ve yeni çocukların balığa dönüşmesini izliyorum. Evet, ben Sophie Silvia. Otuz yaşında, hayatı deli bir adamın akvaryumunda bir tür süs balığı olarak geçen acınası bir kızım ve hala korkuyla ölmemi sağlayacak çocuğu bekliyorum. İpek Janset KEBAT 7-C
UMUDA YOLCULUK
Merhaba. Ben Nano Hernandez. İspanya Malaga doğumluyum. Şu an İspanya Milli takımı ve Barcelona’nın vazgeçilmez oyuncusuyum. Aslında küçükken tenise tutkundum. Ancak ailem beni futbola yönlerdirdi. Ne de iyi bir karar verdiler. On yedi yaşında Malaga’nın A takımına yükseldim. O haberi duyduğumda çok sevinmiştim. Malaga’da ilk sezonumda takım üçüncü oldu ve Şampiyonlar Ligi’ne çıktık. O sene Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale yükseldik. Ancak Real Madrid’e elendik. Artık biraz daha üste çıkma zamanıydı. Ben de Saint – Etiene’e transfer oldum. Orada da çok güzel zamanlarım oldu. Mesela 2012’de lig şampiyonu olurken en değerli genç oyuncu seçildim ve Fransa Ligi’nde bir Altın Top ödülü aldım. Ertesi sezon yine UŞL’de çeyrek final. Bu kez rakip Barça’ydı. İlk maçta 4-0 yenildik. İkinci maç dakika 60’da oyuna girip maçın kaderini değiştirdim. 1-1 iken 5-1 yaptık. Üç gol attım. Ama deplasman golü ile elendik. Hem de son dakikada gol kaçırdım. Artık daha iyi takımlara gitmek istiyordum. Bir gün bir mesaj geldi. Şöyle yazıyordu: “Milli Takım seni görmek istiyor.” Çok şaşırdım ve umutlandım. Pazartesi günü Gijon’daki çalışmadan tam not alınca milli takıma girdiğimi öğrendim. Çok gururluydum. Henüz 20 yaşında milli takımdaydım. Saint – Etiene’den ayrılıp PSG’ ye gittim.
PSG ve Altın Çağım
PSG takımı benim için dönüm noktasıydı. Çünkü buradan sonra dev takımlara gideceğimi umuyordum. Tanrı’ya şükürler olsun ki dualarım kabul oldu. 2013’te PSG ile lig şampiyonluğu. Yine En Değerli Oyuncu Ödülü. Ertesi sezon USL’de yarı final. Gelelim Dünya Kupası’na. Fransa, Gürcistan, Finlandiya ve Belarus’un olduğu gruptan lider çıktık. Grup şöyleydi: Japonya, Ekvator, Yunanistan. O dönemde Ajax’tan M.City’ye geçmiştim. M.City’deki oyunumla artık deniz aşırı takımlardan teklif alıyordum. Sonunda dünyanın en iyi takımı Barça’yı seçtim. Artık efsanelerle oynacaktım. İlk sezonumda üçleme geldi. Lige BBVA, Copade Rey, USL Dünya Kupası C Grubu’ndaki ilk maç Japonya’ya karşıydı. Sonuç 3-1. Goller Ben (2), Arpilicueta ve Endo’dan gelmişti. İkinci maç. Rakip Ekvator 2-0. Goller Ben ve Torros. Son maç rakip Yunanistan: 4-2. Goller Xavi, Ramos, Thiesta ve yine ben. Artık tam bir gol makinesiydim. Sonunda 2. kademeye yani elemelere gelmiştik. Rakibimiz D Grubu’nun 2.si Kolombiya. Normal süre ve uzatma 1-1. Penaltılarda 5. penaltıda J. Rodriquez kaçırdı. Artık sıra bendeydi. O anda tüm stadyum, tüm Belo Horizonte, hatta tüm dünyanın gözü bendeydi. Topa geldim, topa vurmadan önce şaşırtıp, ayak değiştirip sonra belirlediğim köşeye solumla düzgün bir vuruşla, tüm Kolombiya’yı ağlatan penaltıyı attım. Artık çeyrek finaldeydik. Rakip İngiltere’ydi, sonuç 2-1. Ben tüm golleri attım. Diğer gol W. Elbeck’indi. Yarı finalde Hollanda’yı 2-0 yendik. Golü kendi kalesine Blind attı. Finalde Brezilya rakipti. “Mini Dünya Kupası”ndaki 3-0’ın rövanşını almak istiyorduk. Son 16 dakika Kolombiya maçı gibiydi. Normal süre 0-0. Penaltılar 2-0’dı, kaçırdılar. Artık Maracana bana kilitlendi. Golü atınca kazandık. Herkes benim üzerime geldi. Sevinçten öldüğümü zannettim. O kadar iyiydim ki Xavi kaptanlık bandını bana verdi. Kupayı ben kazandırdım. Barça’yla hayatımın en güzel başarılarını kazanmaya devam ediyorum. Artık yirmi sekizime ayak bastım. Ancak en güzeli memleketim Malaguay’a dönmemdi. O anda kral olduğumu hissettim. 2028 yılıydı. Malaguay’ı UEFA Avrupa Ligi’nde ve ligde şampiyon yaptım. Ama en güzel “Altın Top”u alıp “En İyi Oyuncu” ilan edilmekti. Artık yaşım 40. Dünyada bütün ödülleri topladığım bir kariyeri bitirdim. Cem YENİ 6-A
8 Şubat 2014 Cumartesi
KİTAPSIZ DÜNYA YALAN DÜNYA MI?
Kitapsız bir dünya mümkün mü? Evrendeki Son Kayıt’ı okurken belki herkesin aklına ilk gelen belki bu olmuyor ama edebiyatla iç içe bir yaşamın getirisi olsa gerek ben hemen kimilerince basit bir nesne olarak algılanan kitabı, o büyülü dünyayı, düşünüyorum.
Kitabın konusunu özetlemeye çalışalım: Dünyanın büyük sarsıntı denilen felaket geçirmesinden sonra insanlar büyük bir yoksunluk içindedir. Çete savaşları her yeri kaplamıştır. Uyuşturucuların yerini beyin burgusu denilen sanal bağımlılıklar almıştır. Bütün yazılı kaynaklar yok olmuş, okumayı bilen pek az insan kalmıştır. Bu parçalanmış ve kaosun hüküm sürdüğü dünyada Eden ismi verilen yalıtılmış bir dünyada elit, geliştirilmiş insanlar olan Gelişik adı verilen farklı bir grup da yaşamasına rağmen iki yaşam alanının sınırları keskin hatlarla ayrılmıştır. Bu karmaşa dünyasında saralı bir çocuk olan Spaz, ölmek üzere olan kız kardeşini görmek için bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta kendisine okumayı bilen ve bir kitap yazan Yhazan, Küçük Surat isimli beş yaşındaki bir çocuk ve Lanaya isimli bir Gelişik yardım eder. Kitabın sonunda yine de yazar kapıyı aralık bırakarak diğer distopik yazarlar gibi bizi umutsuzluğa terk etmiyor.
Yapıt yetişkinlerden ziyade ortaokul ve lise öğrencilerine yönelik oluşturulmuş olsa da yetişkinlere de seslenmeyi başarıyor. Rodman Philbrick yapıtını oluştururken kendinden önceki distopik yazarlardan etkilenmekle birlikte kendine özgü bir üslubu oluşturup genç okurun da kolaylıkla içine girebileceği bir kurgu oluşturabilmiş. Özellikle Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451”ini okuyanlar kıyaslama yapmadan duramayacaktır çünkü anımsayacağımız üzere o yapıtta da bütün yazılı ürünler yasaklanıp insanların beyinleri uyuşturuluyor ve eleştirel düşünme “doğal” yollarla yasaklanıyordu. Ayrıca Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sını da çağrıştırdığını söyleyebiliriz.
Yapıtın diğer distopik ürünlerden en önemli farkı gelecekteki dünyanın iki farklı bölüme ayrılmasıdır; gerçi bu da 1984’teki yöneten ve yönetilen ilişkisine benzemektedir ancak burada gelişik denen insanlar Eden denen bölgede her kötülükten uzak yaşarken diğer bölgedeki insanları yönetmeye çalışmaktan çok kendilerini onlardan uzak tutmaya çalışmaktadır. Diğer distopik romanların genelinde yasakları dayatan ve yasakların dayatıldıkları vardı. Son yıllarda çok gözde olan Açlık Oyunları serisinde de aynı durum söz konusudur. Halk gelişmiş bir şehir olan Capitol tarafından yönetilmektedir; gelişmişlik yönünden benzerlikler olsa da yukarıda belirttiğim noktada iki yapıt ayrılıyor birbirinden.
Derinlemesine incelenecek çok kavram var yapıtta. Aile, dostluk, sevgi, sadakat gibi evrensel temaların üzerinde tartışılacak çok şey olduğunu söyleyebiliriz. Yazar çeşitli konularda insanlığa aslında göndermelerde bulunup “Ayağınızı denk alın yoksa sonunuz kötü.”diyor adeta her satırda. Ama bence yapıtta üzerinde en çok durmamız gerekense Yhazan adlı dişidöküğün (yapıtta yaşlı insanlara verilen ad) bütün olumsuzluklara rağmen hikâyesini yaşamaya ve yazmaya çabalaması. Kitabın tanıtımında sorulan “Edebiyat, karanlık bir gelecekte umudu yeniden yeşertebilir mi?” sorusuna da bir ölçüde yanıt veriyor. Gerçekten de edebiyat her şeye rağmen insanlığa umudu aşılıyor mu? Herkesin kendi hikayesini özgürce yaşadığı ve yazdığı günlere ulaşması dileğiyle! Hakan TOKDEMİR
Kaydol:
Yorumlar (Atom)