12 Mayıs 2014 Pazartesi

UMUT


O kadar hızlı gidiyoruz ki bir an oracıkta doğuracağım sandım. Saat gecenin üçü ve biz alelacele hastaneye gidiyoruz. Evet, bir bebeğim olacak. Yıllarca süren uğraşlarımız boşa çıkmadı. O kadar mutluyum ki anlatamam ama şu sancılar da bir geçse güzel olacak. Sanırım kızım olacak. Belki anne olmak için fazla yaşlıyım ama bu hissi tatmak bile çok güzel. Otuz beş yaşındayım ve ilk çocuğum. Aslında ilk sayılmaz. Daha önceki daha karnımdayken öldü çünkü. Yıllarca bebeğimiz olmadı bir daha. Umudumuzu kesmiştik fakat son olarak tüp bebeği denemeye karar verdik. Gayet başarılı oldu ve şu anda tüp bebeğimi doğurmak üzere hastaneye yetişmeye çalışıyoruz çünkü fena halde sancım var. Az kaldı galiba. Telefon çalıyor, kayınvalidem. Ben kayınvalidemi çok severim fakat o da beni sever mi bilinmez.  Yıllar önce düşük yaptığım ve bir daha çocuk yapmayı beceremediğim için benimle pek konuşmuyor çünkü tek oğlu var ve haklı olarak torunu olmasını istiyor. Benim yüzümden oğluyla da konuşmuyor, Burak’la. Telefonu açtım ve yoldayız hastaneye geliyoruz, dedi kayınvalidem. Benimle konuşması bile beni sevindirmişti. Sonunda hastaneye vardık. Ameliyathane zaten hazırdı. Beni hemen giydirip içeri aldılar. Burak elimden tutuyor çünkü hafif korktuğumu hissetmiş. Sezaryen olacağım için endişelenmemi gerektiren bir şey yok. Doğum başlamadan hemen önce kayınvalidem içeri girdi. Beni sevdiğini söyledi. Artık hazırım. Yaklaşık otuz dakika sonra ameliyat bitti. Kucağıma verdiler kızımı. İlk olarak kayınvalidem geldi yanıma. “Aynı annesine benziyor. Sarışın, yeşil gözlü, minik burunlu ve çok güzel bir kız.” dediğini duydum. Belki yıllardır bana bakarken ilk kez gülümsüyordu. Bunun bir gün gerçekleşeceğini biliyordum. Kayınvalidemle aramızın düzeleceğine dair umudumu hiç kesmemiştim ve o gün bugündü. Kendi annem vefat ettiği için onu öz annem gibi seviyordum. Babaannesi kızıma doğum sonrası giydirmem için morlu bir takım almıştı. O kadar şirindi ki. Bu takım Mina’ya çok yakışmıştı. Mutluluktan ağlarken kızıma sıkıca sarıldım. Bebeğimi kucağımda tutmanın sevinci paha biçilemezdi. Mina’yı babaannesine verdim ve Burak’ın boynuna sarıldım. O da kulağıma, “Benim güzel karıcım, Serenay’ım, sonunda hayallerimiz gerçekleşti. Artık kocaman bir aileyiz. Kızımın annesi, her şeyim seni çok seviyorum.” dedi ve alnımdan öptü. Hayatımın en mutlu günüydü resmen. Olmasını, gerçekleşmesini umduğum her şey gerçek olmuştu. Artık anne diyebileceğim biri ve bana anne diyebilecek biri var hayatımda ve tabii ki beni çok seven bir kocam. İnsan daha ne ister! Elif Dilan ÇELİK 7-C


SENİN GÜLÜŞÜN


Ve işte o gün. O gün mutluluğumu kaybetmiştim. Annem ve babam sabah kahvaltıdan sonra işe gitmişlerdi. Evde yalnızdım. Evde dolaşırken mutfakta bir şey bulmuştum. Küçük ve ortası çekmece gibi açılan bir kutuydu. Kenarında bir ok işareti vardı. İçinden bir tane tahta parçası çıktı. Sonra onu kutuya sürtmeye başladım. Ve bir anda bir patlamayla mutfak alevler içinde kalmıştı.
Gözlerimi açtığımda kendimi hastanede buldum. Yanımda annem ve babam vardı. Onlara, neler olduğunu sormaya çalışıyordum fakat yapamıyordum. Ne olduğunu anlayamıyordum. Daha sonra bir hemşire elinde aynayla yanıma geldi. Aynayı bana uzatırken “Çok şanslı bir çocuksun.” dedi. Aynayı elinden aldım ve kendime baktım:
- Aman tanrım! Bu da ne?
Henüz 7 yaşındaydım ve gözlerim dışında tüm yüzüm sargı içindeydi. Evet, yüzüm yanmıştı.
Üç hafta sonra taburcu olmuştum. Bir gün annem ve babam “Haydi üzerini değiştir. Dışarı çıkıp biraz hava alalım!” dediler. Sessizce üzerime yeni aldığımız tişörtümü ve şortumu giydim. Evimizin yakınındaki, her zaman güler yüzü ile bizi selamlayan Judy’nin kafesine gitmiştik. Birkaç dakika sonra yanımıza orta yaşlı bir adam gelmişti. Ama ne yazık ki ona  “Merhaba” diyemiyordum. Adam yanıma geldiğinde, sanki durumumu biliyordu. Annem ve babamla biraz havadan sudan sohbetler yaptıktan sonra bana dönüp “Merhaba, benim adım Joe. Umarım bir gün tekrar karşılaşırız.” dedi.
İki ay sonra hastaneye kontrole gitmiştik. Doktorlar beni uzun uzun muayene ettikten sonra, annem ve babamla odada konuşmuşlardı. Ben dışarıda koridorda onları bekliyordum. Annem ve babam odadan üzgün bir ifadeyle çıkmışlardı. Eve geldiğimizde salonda beni karşılarına oturttular. Annem ellerimi ellerinin arasına alıp:
- Dinle Mike! Doktorlar bundan sonra hiç konuşamayacağını söylediler. Çok üzgünüz tatlım. O kötü patlamada yüzün gibi sesin de yanmış.
Dediklerini tam olarak anlamaya çalışıyordum. Annemin gözlerinden ip gibi yaşlar akmaya başlamıştı.

On beş yaşıma geldiğimde bir akşam eve gelen bir telefonla Joe amcanın trafik kazası geçirdiğini öğrendik. Hemen hastaneye gittik. Annemle babam doktorlarla konuşuyorlardı. Ben ise uzaktan sessizce onlara bakıyordum. Camın arkasında sargılar içinde yatan bir adam eliyle beni yanına çağırıyordu. Joe amcanın durumunun çok kötü olduğunu yanına gidince anlamıştım. Bana “Bu surata iyi bak!“ dedi ve bir gülüş attı. Ardından hemşireler beni odadan dışarı çıkarttılar. Koridorda oturuyordum. Bir doktor yanımıza geldi ve “Başınız sağ olsun. Kurtaramadık.” dedi. Hastaneden ayrılırken arkamızdan gelen bir doktor bana seslendi. Yanıma gelip bana, bir yüz nakli isteyip istemeyeceğimi sordu. Annem ve babam birbirlerine bakıp “Bu gerçekten  mümkün mü?” diye sordular. Doktor Joe amcanın ölmeden önce yüzünü Mike’a bağışladığını söyledi. Bunu duyunca onaylarcasına başımı heyecanla salladım. Ertesi gün beni ameliyata aldılar. Uzun ve başarılı bir ameliyat olmuştu. Ameliyattan bir ay sonra sargılarım açılmıştı. Doktorlar yeniden konuşabileceğimi söylemişlerdi. Heyecanla bir aynanın karşısına geçip birkaç kez gülümsedikten sonra, yüksek bir sesle “İşte bu senin gülüşün Joe!” diye bağırdım. Güçlü VARLIK 7-C

HAYATTAN UMUDU VARDI


“Merhaba” dedi oğluna, yılların özlemini bir “Merhaba”ya sığdırmaya çalışarak. Sözcükler ağzından çok özlemli, çok sakin, bir o kadar da yorgun çıkıyordu. Yılların yorgunluğuydu bu. Rahmetli eşiyle ne zorluklar çekerek Amerika’ya yollamışlardı onu. Sırf daha iyi bir geleceği olsun, onlar gibi sıkıntı çekmesin diye. Düşündükleri gibi daha iyi bir geleceği olmuştu oğullarının. İyi bir doktor olmuş, başarılı işlere imza atmıştı. Ama tüm bunların yanında otuz senede bir kere bile Türkiye’ye gelmemişti. Belki de rahmetli eşi oğlunun hasretinden ölmüştü. Senede birkaç kez telefon ediyordu. O telefonlardan birinde öğrendiler evlendiğini, bir başkasında da çocuklarının olduğunu. Oğullarının hasretinden sonra bir de torunlarının hasreti eklenmişti. İşte tüm bunlara dayanamayan eşi bir gün bir daha hiç uyanmamak üzere gözlerini kapattı.
“Neden?” diye sordu oğluna, otuz seneyi açıklamasını isteyerek. “Neden hiç gelmedin?” “Neden bizi yok saydın?”. Oğlu bu sorulara cevap vermenin onu yıpratacağını ve daha çok üzeceğini bildiğinden, başını öne eğip sessiz kalmayı yeğledi. Bu sessizliği bozan ise torunlarının cıvıltısıydı. Babaannelerini görünce ilk yaptıkları şey aynanın önündeki fotoğraflara bakmak oldu. Ama çocukların umurunda olan babaanneleri değil, oyunlarıydı. Onlar başka odaya giderlerken, babaanne ise aynanın önündeki fotoğraflara bakarak gülümsedi. O zamanlar ne kadar da umutluydu Amerika’ya gidip oğlunu göreceğinden. Ta ki eşi biriktirdikleri parayı kumarda kaybedene kadar. O zaman umudu söndü işte. Yeniden para biriktirmek zorundaydı; tabii oğlunu görmek istiyorsa.
Tam işler yoluna girmek üzereyken eşini kaybetti.  Üst üste iki kere şok geçirmişti. Sonra da iki yakasını bir araya getiremedi. Ta ki bir gün loto bayisinin önünden geçene kadar. Bayinin önü çok kalabalıktı, bu yüzden buranın bir loto bayisi olduğunu anlamadı. Sıranın ne olduğunu anlamak için o da kuyruğa girdi. Loto olduğunu anlayınca da oynamaya karar verdi. Belki şansı yaver giderdi. Loto oynadıktan iki hafta sonra kazandığını öğrendi. Hatta loto oynadığını kendisi bile unutmuşken komşusu gelip haber verdi lotoyu onun kazandığını. Tabii, önce inanmadı ama bayiye gidince öğrendi çok para kazandığını. Çok şaşırdı, sevindi ve hemen o parayla ne yapacağını planlamaya başladı. İlk planı oğlunu görmeye gitmekti. Sonra da “Yeni bir ev alırım.” diye düşündü. Bunları düşünürken Amerika’ya nasıl gideceği aklına geldi. Uçakla gidecekti ama bileti nasıl alacaktı? Tabii ki internetten. Fakat interneti de yoktu. Neyse ki yan komşusu Hayriye’nin kızının vardı. Ertesi gün hemen Hayriye’nin evine gitti. Eli boş gitmedi elbette. Eli boş gitmek pek hoş karşılanmazdı oralarda. Gittiğinde gördüğü manzara onu hiç şaşırtmadı. Hayriye’nin kızı Sırma’nın elinde bilgisayar bir şeylere bakıyordu. Hayriye çay verdikten sonra sordu: Hayrola! Yüzünü gören cennetlik!
-          Kısmetse Amerika’ya gideceğim.
-          Git ya, ne iyi olur. Kazandığın parayla bunu yapmalısın.
-          Yalnız uçak bileti almam gerekli.
-          Sırma şimdi halleder onu, değil mi Sırma’cığım?
-          Tabii anne. Bekle, havayollarının sitesini açayım. Hangi gün istersiniz, kaç kişi?
-          Sadece ben, keşke sevgili eşim de olsaydı… Neyse 3 Haziran olursa sevinirim.
-          3 Haziran’da sadece 25. koltuk boş, acele etmezsek yer kalmayacak.
-          Tamam, sen yer ayırt.
-          Tamamdır, hallettim.
-          Teşekkürler Sırma’cığım, sen de sağol Hayriye!
-          Bir şey değil Çiçek!

Çiçek Hanım tam da bunları düşünürken oğlunun sesi onu kendine getirdi. “Anne, eşim Marie ile karar verdik, bundan sonra bizimle burada kalmanı istiyoruz. İtiraz yok! En azından bunca yılın acısını sana biraz olsun unutturmak istiyoruz, buna izin ver.” Oğlu, Çiçek Hanım’a söz bırakmamıştı. Kalacaktı! Ah, keşke rahmetli eşi de yanlarında olsaydı. Ölmeden önce ne kadar da hayal etmişti oğlunu ve torunlarını görmeyi ama kısmet değilmiş, olmadı. Çiçek Hanım tüm yaşadıklarına rağmen mutluydu. Belki de yıllardır ilk kez doğru dürüst gülmüştü. Bundan sonra yapması gereken de artık mutlu olmaktı. Bir daha asla umutsuzluğa kapılmayacaktı. Hayatta her zamankinden daha fazla umudu vardı artık. Elif CERYANSUYU 7-C

HABERLİ HAYIRSEVER


“Çalışın, sizi pis, küçük köleler!” Omzunda şaklayan kırbacı hissetti. “Kızların işi yemek ve ev işidir, zamanı geldiğindeyse çocuk yapmak. Şimdi oyalanmayı bırakıp mermerleri ovalamaya dönün!” Bu adamdan ne kadar nefret ettiğini düşünerek süngerini eline aldı.
Gözlerinin önünde sallanan elle gerçek dünyaya döndü. Elin sahibi Nil’di ve sanki biraz öfkeli görünüyordu. “Neredeydin yine? Saçma saçma bir şeyler kurup burada görünerek aramızdan ayrılmandan nefret ediyorum. Biz köleyiz saçmalığı mı?” Ladin iç çekti. “Saçmalık değil, gerçek. Fark ettiysen bize köleymişiz gibi davranıyorlar.” Nil kaşlarını çattı. “Burası bir yetimhane, ne kadar konforlu olabilir ki? Abartıyorsun sen de, kabul et.” “I-ıh. Kızları resmen sömürüyorlar. Bak, biz burada bulaşık yıkıyoruz. Peki erkekler? Onlara gerçek yetimlermiş gibi davranıyorlar.” dedi Ladin önündeki tabağı durulayıp temiz tabak yığınına bırakırken. “Gerçek yetim mi?” Nil çok uzun zamandır Ladin’le arkadaştı ama çoğu zaman onun kendine has cümlelerini ve uçuk hayal gücünü anlamazdı. “Gerçek yetim işte. Ay bu çocuk yetim, annesi babası yok, zavallıcık, ona iyi davranalım olayı. Erkeklerin hepsine böyle bakılıyor. Ama ne, yetim kızlar arka odada bulaşık yıkıyor!”
Ladin konuşurken kaşlarını daha fazla çatmıştı. Bu teknik olarak imkansızdı çünkü Ladin hep kaşları çatık gezerdi. Dokuz yıllık arkadaşlıkları boyunca hiç kahkaha atmamıştı. En fazla küçük tebessümler ya da hüzünlü gülümsemeler. Nil onun için üzülürdü.
İki kız sessizce bulaşıklarına dönerken Nil yetimhanedeki ilk gününü hatırladı. Beş yaşındaydı. Birileri ona anne ve babasının hasta olduğunu söylemişti, başka birileri de öldüklerini. Ama kimse ona bu hastalığın ne olduğunu, anne ve babasının hangi hastanede olduğunu söylememişti. Ağlamasına aldırmadan kolundan sürükleyerek büyük ve korkutucu görünüşlü bir binaya götürmüşlerdi. “Bak,” demişti biri, “Burası yetimhane. Anne babası olmayan çocukları buraya bırakırlar. Burası senin gibilere yemek, yatak ve eğitim verir. Minnet duymayı öğretir. Ağlama. Ağlamak zayıflıktır. Burada iki ya da üç kişilik odalar var, seninle aynı yaşta bir kızın odasına gideceksin. Oda arkadaşına iyi davran, kavgalara bulaşma, uslu bir kız ol.”
Yetimhanenin sahibiydi bu. Kendisine Patron dedirten, cinsiyet ayrımcılığı yapan çıkarcının teki. Başka bir yetim tarafından odasına götürülürken bile, adamı tanımasının üstünden on dakika geçmeden, nefret etmişti Nil ondan.
Gittiği odada kimse yoktu ama her yerde eşyalar vardı. Onu odasına getiren kız yataklardan kullanılmayanın üstündeki eşyaları toplamasına ve getirdiği az sayıdaki eşyayı yerleştirmesine yardımcı olmuştu. Nil hoşlanmıştı ondan, arkadaş da olmuşlardı, ta ki kız intihar edene kadar. Yetimhane yaşamı asla kolay değildir.
Nil oda arkadaşıyla ilk haftasında tanışamamıştı. Kız tek kişi kullandığı odanın gereksiz yere dolmasını protesto ediyordu. Daha sonra bu kızın Ladin diye birisi olduğu ortaya çıkmış, ikisi bir sürü oda kavgasının ardından arkadaş olmaya karar vermiş ve kısa süre içinde en iyi arkadaşlara dönüşmüşlerdi. 
Aradan dokuz yıl geçmişti ve işte buradaydılar, bulaşık yıkıyorlardı. Ladin göz ucuyla bakınca Nil’in gözlerinin dolduğunu fark etti. Durup dururken gözleri dolardı bazen Nil’in. Böyle anlarda Ladin onun geçmişi düşündüğünü anlardı. Zavallı kız anne ve babasının ölümünden tam dört yıl sonra ikisinin de kanserden öldüğünü öğrenebilmişti. Söylemese de acıyordu Ladin Nil’e.
Yetimhanede ağlayamazsınız. Ağlamak zayıflıktır. Patron’un onlara öğrettiği ilk kuraldı bu. Ama Nil çok ağlamıştı. Zaten Ladin onu ilk gördüğünde anlamıştı, Nil bir yetimhaneye ait değildi, asla da olamazdı.
Yetimhaneye nasıl girerseniz girin, sizi değiştirir. Yetimhanede kimsenin zarif ve hoş yüzleri yoktur. En fazla diğerlerine göre daha güzel yüzler vardır. Bütün yüzler incedir, zayıftır, göz altları mor, göz çevresi kırışıktır. Gülümsemeler vardır ama yetimhane çocuklarında genelde bir bıkkınlık, yorgunluk, sinir ifadesi yerleşir yüzlere. Saçlar parlak ve sağlıklı görünmez. Temiz ama mat, kabarık, dağınık görünür. Giysiler temiz ama eski, ikinci el, yamalıdır.
Nil öyle değildi, hiç olmadı. Herkesten çok o gülerdi yetimhanede, saçları parlaklığını, yüzü zarifliğini kaybetmemişti. Kırılgandı o, bir yetimin olmaması gereken şekilde.
Bazen Ladin Nil’in anne babasının aslında ölmediğini düşünürdü. Sonuçta cenazeyi gören yoktu. Nil’e gereksiz bir umut vermek istemezdi ama kendisi umudu kesmezdi. Umut yetimin can simididir. Umuda sıkı tutunun ama onu içinizde tutun. Bir de sizin umutlarınızla uğraşamam: Patron’un ikinci kuralı.
Kendilerine düşen bulaşıkları bitirdiler. Bulaşık biter, dert biter. Bulaşığın varsa derdin var: Patron’un üçüncü kuralı. Hiçbir kız bulaşığını bitirmeden serbest zamana geçemezdi ama bulaşığını bitirirsen bütün hafta sonu serbestsin demekti.
Sanki anlaşmış gibi odalarına gidip karşılıklı duran yataklarına oturdular. Sonra, ikisi de birbirlerini ilk kez görüyorlarmış gibi birbirlerinin yüzlerini incelerken buldular kendilerini, ya da son kez görüyormuş gibi.
Ladin, Nil’in yüzünde yetimhane belirtileri aradı. Açık kahverengi saçları gayet parlaktı ve tepeden gelişigüzel bir topuz yapılmıştı. Cildi kırışıksızdı. Ama gözlerine  bıkkınlık yerleşmişti. Omuzları çökmüş, duruşu kamburlaşmıştı. Dudakları memnuniyetsizlikle büzüşmüştü. Ladin’e bakmıyordu, dalıp gitmişti. Yorgun gözüküyordu. Yetim gözüküyordu.
Ladin’in yüzü asıldı. İçini bir öfke dalgası kapladı. Umut mu? Cidden mi? Yetimhane şimdiye kadar gördüğü en canlı insanın bile içini emmişti. Nil’i bıkkınlaştırmanın imkansız olduğunu düşünürdü. Yanılmıştı. “Umut falan yok.” diye mırıldandı.
Nil ne dediğini duyamasa da en iyi arkadaşının mırıldanmasıyla daldığı dünyadan esas dünyaya, yetimhanenin bu can sıkıcı odasına döndü. Ladin’le tekrar göz göze geldiler, Ladin bakışlarını kaçırdı. Öfkeli gözüküyordu. Nil’e mi öfkeliydi? Yoksa kendine mi? Ya da belki, her zamanki yüz ifadesiydi bu. Emin olamadı Nil. Hep bu kadar öfkeliydi de o mu fark etmemişti acaba? İç çekti. Kendi sorunlarından onunla pek ilgilenmemişti ki.
Ladin’in henüz bir aylık bile olmadan bırakıldığını biliyordu yetimhaneye. Anne ve babasının adlarını bile bilmediğini ve Nil ailesinin yüzlerini anımsıyor diye çok eksik hissettiğini de biliyordu. Ama Nil, merak edip de başka hiçbir şey sormamıştı Ladin’e. Sorunlarıyla ilgilenilen hep Nil olmuştu. Nil birden rahatsız oldu bu durumdan. Kendini kötü bir arkadaş gibi hissetti, öyle miydi?
İkisi de ne yapacaklarını bilemeden otururlarken küçük odanın kapısı aralandı ve lüleli kestane rengi saçlarla çevrelenmiş minik bir surat göründü. Patron sık sık ayak işlerini yaptırmak için küçük kızları kullanırdı zaten.
“Merhaba.” dedi kız, rahatsız olmuş ve utanmış görünüyordu, “Patron dedi ki, hemen gidip duş alacakmışsınız, yarım saat içinde herkesi en iyi giysilerini giyinmiş bir biçimde yemekhanede bekliyormuş.” Patron’un kendisine söyleyip de onun tekrar etmeyi unuttuğu bir şey olup olmadığını düşündü ve ekledi: “Ayrıca odanızı da toplamalıymışsınız.”
Bu kısa konuşmanın ardından küçük kızın yüzü kayboldu ve kapı kapandı. Ladin ve Nil şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. “Pazar değil,” dedi Nil. “Bayram ya da özel gün değil,” diye devam etti Ladin. “Yani diyorsun ki,” Ladin bu cümleyi de tamamladı:“Evet, Haberli Hayırsever.”
Yetimhanede özel durumlar dışında yalnızca pazar günleri duş alınır, yalnızca özel durumlarda odaların toplanması emri verilirdi.  Özel durumlar gerçekten hoş şeylerdi, yalnızca böyle günlerde duşta ılık su değil sıcak su olurdu, yalnızca böyle günlerde yemekten sonra cidden güzel tatlılar verilirdi. Üstelik özel durum demek, geleceğini önceden yetimhaneye bildirecek kadar planlı birinin yetimhaneye gelmesi demekti. (Ki bu kişilere Haberli Hayırsever denirdi. Yapacağı her şeyi haberli yapanları sevin. Hayırseverleri de sevin. Haberli Hayırseverleriyse ikisinin toplamından daha çok sevin: Patron’un dördüncü kuralı.) Böyle kişiler önemlidirler. Mutlaka yetimhaneye ya yüklü miktarda bağış bırakırlardı ya da birilerini yetimhaneden kurtarırlardı.
Ladin her Haberli Hayırsever ziyaretinden önce olduğu gibi yine Nil’in bu yerden kurtulacağını düşünerek umutlandı. Kendini bunu düşünürken yakalayınca da Nil’e olan sevgisi arttı, Nil kendisine umudu öğretmişti.
İki kız biraz heyecanlı, biraz düşünceli duş almaya gittiler. İkisi de diğerine belli etmeden diğerinin evlat edinilme olasılığını düşünüyordu. Ladin’in gitmesi pek olası değildi, kimse bu kadar somurtkan, bu kadar soğuk, bu kadar çabuk olgunlaşmış bir çocuk istemezdi. Nil’inse gitmesi an meselesiydi.  Ladin onu bu yetimhaneden kurtaracak olanın yetime benzememesi olduğunu ona da söylemişti.
Aylardır ilk kez güzel giyinmiş olarak yemekhaneye indiler. Havayı lezzetli yemek kokusu kaplamıştı. Yemeklerini aldılar ve oturdular. “Gerçekten güzel kokuyor!” dedi Ladin ama yüzünde herhangi bir sevinç ifadesi oluşmamıştı. Nil onun söylediği şeyi başıyla onaylarken bir yandan da dolu ağzıyla konuşmaya çalışıyordu. “Son bur do todunu ol!” Ladin anlamaz bakışlarla başını yana eğdi. Nil lokmasını yuttu ve tekrar etti: “Sen bir de tadını al!” Ladin’in yüzünde küçücük, ufacık bir gülümseme kırıntısı oluştu. “Çok sevdin sanırım.” Nil kocaman sırıttı. “Bundan her gün verseler buradan gitmek istemezdim!”
Bunun üzerine Ladin tabağını onun önüne itti. Nil şaşkınlıkla baktı. “Bana bunu yemeyeceğini söyleme!” Ladin’in yüzündeki duygu çoktan kaybolmuştu. “Aç değilim. Sen de fazla zayıfsın. Hem, madem çok sevdin, hazır fazladan bulmuşken ye haydi.” Nil tabağı Ladin’in önüne geri itti. “En azından bir tatsaydın. Lütfen!” Bunun üzerine Ladin göz devirip müthiş kokulu yemekten bir lokma aldı. “Sevdin değil mi?” Ladin Nil’in sorusunu başıyla onaylayarak yanıtladı ve tabağı yeniden onun önüne itti.
Yemek kızların tabağı birbirlerinin önüne itmesiyle geçti. İkisi de pes etmemekte kararlıydılar. Ama bir süre sonra bir oğlan gelip de “Kimse yemiyorsa ben bu tabağı alabilir miyim?” deyince Ladin pes etti. Ayrıca Nil’in ısrarı sonucu duygusuz bir yüzle de olsa yemeğe bayıldığını itiraf etti. Nil’in “Duygusuz yüzmüş! Çok gıcıksın!” diye bağırmasına da ses çıkarmadı. Oysaki amacı gıcık olmak değildi. Düşünmeye başlaması ve Nil’le tanışması arasındaki bütün süre boyunca hayattaki amacı yetimhaneden kurtulmaktı. Onunla tanıştıktan sonraysa amacı Nil’i korumak ve kollamak olmuştu. Nil ona gerçek bir amaç vermişti. Haliyle yemeği sevdiğini görünce, sadece o mutlu olsun diye kendi yemeğini feda etmişti. Gıcıklık olsun diye değil. Kesinlikle değil.
Yemeğin sonuna doğru Patron geliverdi. Bir masanın üstüne çıktı ve herkesin susmasını sağladı. “Sevgili evlatlarım!” diye başladı. Hem Ladin hem de Nil bu adamın ne kadar yalancı ve aslında ne kadar sevgisiz olduğunu düşünerek tiksintiyle titrediler. “Bugün, çoğunuzun da anlamış olduğu gibi, bir Haberli Hayırsever’imiz var.” diye devam etti, “Çoğunuz bunu anladınız çünkü çok zeki çocuklarım var. Çünkü sizi ben büyüttüm sevgili çocuklarım. Ama tabii harika olduğum kadar mütevaziyim de, bu konuyla ilgili övünmeyeceğim. Bugün, önünüze konan yemekle övüneceğim. Bunu, çok bonkör bir hayırsever olan Haberli Hayırsever’imiz sağladı. İzninizle bu harika insanı yanıma çağırmak istiyorum!” Patron susunca bir sessizlik oldu. Sonra, yemekhanenin kapısında yetişkin bir kadın belirdi. Siyah bir takım elbiseyle sivri topuklu ayakkabı giymişti. Açık kahverengi saçları kafasının üstünde son derece ciddi görünüşlü bir topuz yapılmıştı. Yüzünde ciddi bir ifade vardı ama kesinlikle sert bir ifade değildi bu. Sevecen bir ifadeydi. Nil onu daha önce gördüğü izlenimine kapıldı birden. Etek yerine pantolon giymesi bile tuhaf bir biçimde tanıdık ama üzeri buğulu bir anı gibiydi. Kadın Patron’a doğru yürüyüp hiç çekinmeden masaya çıktı. Kendisine son derece doymuş ve minnettar bakan çocukları görünce kocaman gülümsedi. Çok güzel bir gülümsemesi vardı. Ladin bu gülümsemeyi tanıdığını düşündü. Ayrıca kadının yüz yapısını da tanıyordu. Kadın sanki birine benziyordu, çok iyi tanıdığı birine, ama belki onun daha yaşlı haline. Çok iyi tanıdığı biri… Ladin şaşkınlıkla gözlerini Nil’e çevirdi, sonra tekrar masanın üstünden Patron’u indirip bir konuşma yapmaya başlayan kadına döndü. Olabilir miydi bu?
“Çocuklar,” kadın konuşmasına alıştıkları biçimde başlamamıştı. Çocuklar kelimesinin başına herhangi bir sıfat getirmemişti, çocukları sahiplenmemişti de. Sevgili çocuklar, Çocuklarım, Canım çocuklarım, Geleceğimizin yıldızı parlak yüzlü çocuklar, saçmalıkları yoktu. “Yıllar önce bir yanlışlık sonucu, çok sevdiğim kızımı aldılar benden, bir yetimhaneye bıraktılar. Kızıma da öldüğümü söylediler. Bu yüzden, yıllardır yetimhaneleri geziyorum, kızımı arıyorum.” Kadın konuşmaya devam ediyordu ama Nil artık duymuyordu. Kulakları uğuldamaya başlamıştı. Aklında kadının sesi yankılanıyordu. Kızıma öldüğümü söylediler. Kızıma öldüğümü söylediler. Kızıma öldüğümü söylediler. Öldüğünü söyledikleri o kız, Nil olabilir miydi gerçekten? Ya da, bu kadın Nil’in… Nil gerisini getiremedi. Uğultu arttı, gözleri karardı.
Kadın konuşmaya devam ediyordu: “Yetimhaneleri gezdikçe bu gezileri sadece yetimhaneye girip, kızıma bakıp, göremeyince çıkarak bitiremeyeceğimi anladım. Yetimhanelerdeki çocuklar da benim kızım kadar iyi bir aileyi hak ediyordu. En azından sıcak bir yetimhaneyi hak ediyordu bu çocuklar. Bu yüzden bağış yap-’’ Konuşması bir çığlıkla bölündü. Kabarık saçlı bir kız “Nil!” diye haykırıyor ve çaresiz bakışlarla yardım için etrafına bakınıyordu. “Nil bayıldı!” Kadın masadan atladı ve doğrudan kabarık saçlı kızın yanına koştu. “Başını boşaltın” Kimin? Ha, evet, Nil “Nil’in başını boşaltın!” Herkes yavaşça çekildi ve sadece kabarık saçlı kız kaldı.
“Bir şey yapabilir misiniz?” diye sordu kız endişeyle. “Doktorum ben, sakin ol. Adın ne?” “Ladin. Bu, en iyi Arkadaşım Nil. Sanırım…” Ladin cümlesini tamamlamadı ve bakışlarını kaçırdı. Kadın Ladin’in çenesini yakaladı ve kendisine bakmasını sağladı. “Sanırsın ne?” Ladin yutkundu. “Sizin kızınız o. O yüzden bayıldı. Şaşkınlıktan. Sizin kızınız.” Sonra ağlamaya başladı.
Nil kendini yorgun hissediyordu ama ağlama seslerini duyunca kendini ayılmaya zorladı. Çok uğraşarak tek gözünü açtı. Kadın, o kadın, hayır, herhangi bir kadın değildi o, annesiydi, annesi başındaydı. Ve annesinin yanında da ağlayan bir kız vardı. O ağlayan kız Ladin miydi? Ladin ağlıyor muydu? Hayretle diğer gözünü de açtı. Şimdiye dek asla ağlamaz diye tanıdığı en yakın arkadaşı hüngür hüngür ağlıyordu! Hıçkırıklarının arasında “Nil’in ailesi var!” “Amaçsız kaldım!” “Umutlarımda haklıymışım!” “Bundan sonra yalnızım!” “Bugünkü yemekten hep yiyebilecek!” “Çok mutlu olacak, gerisi önemsiz!” cümleleri duyuluyordu Ladin’in. Duygularının son derece karışık olduğu belliydi. “Ladin?” diye fısıldadı Nil endişeyle. Ladin anında ağlamayı kesip Nil’e baktı. “Uyanmışsın!” derken sesi titriyordu. “Ağlamanı durdurma kapasiten çok etkileyici.” İki kız da birden dönüp Nil’in annesine baktılar.  Kadın omuz silkti. “Bakmayın öyle. Etkileyici.”
Bunu duyunca Ladin birden bir kahkaha patlattı. Nil aynı on dakika içinde ikinci kez yüzünde inanmazlık ifadesiyle baktı Ladin’e. Yıllardır ilk kez kahkaha atmıştı. Kahkahası çok güzeldi aslında. Başta alışık olmadığı için tuhaf başladıysa da o anda çok melodik, çok neşeliydi. “Ladin!” diye bağırdı Nil ama Ladin devam etmesine izin vermedi. İki elini Nil’in omuzlarına koyup “Biliyorum! Biliyorum!” diye bağırıyordu. Neyi biliyordu, yıllardır ilk kez güldüğünü mü, nihayet Nil’in bir ailesi olduğu konusunda umutlarının doğruluğunu mu yoksa az sonra Nil’in annesinin söylediği şeyi mi? “Kızlar, adım Zeynep. Nil’in gerçek annesiyim ve şu anda ikinizi de evlat ediniyorum!”
Patron’la işler hiç bu kadar hızlı yürümemişti. Yarım saatten kısa sürede evlat edinme belgeleri imzalanıp onaylandı ve Zeynep Hanım, artık ona anne diyorlardı, yeni kızlarını ellerinden tutup evine götürdü.

Yeni evlerinde yalnız kaldıklarında Nil, Ladin’e baktı ve “Bugün ben dalıp gitmişken bir şey mırıldanmıştın ya?” dedi. Ladin bir an için düşündü ve hatırladı. “Evet, bir şey mırıldanmıştım.” Nil meraka sordu: “Ne demiştin?” Umut falan yok, demişti Ladin aslında ama omuz silkti. “Aptalca bir şeyler işte. Doğru değildi. Hiç doğru değildi.” Sonra da kocaman sırıttı. Defne ÖZYURT 7-C

DONANMA KOMUTANI KAYIP BABAM


Klasik bir pazar sabahıydı. Annem her zamanki gibi gazetelere bakıp babamın gelmesini bekliyor, “Yeni bir haber var mı?” “Bulunan herhangi bir gemi var mı?” diye bakıyordu. Benim babam donanma kaptanıydı. Bir yıl önce babamın sefere çıktığı gemi kayboldu. Öldü mü, kaldı mı belli değildi. O günden beri annem böyle, tabii ben de üzülmüyor değilim.
Ben gitar dersine gidiyorum. Annem götürüyordu. Bana çaktırmadığını düşünüyordu ama ağlıyordu. Artık yeni bir araştırmayla babamı bulacağım, “16 yaşındaki bir kız nasıl kayıp bir gemiyi bulabilir ki?” diye aklımdan geçirdim. Ama annemin bu kadar üzülmesi canımı yakıyordu. Neden benim gibi duşta ağlamıyordu ki? İnsan içinde ağlamayı sevmiyorum. O gün gitar dersinden sonra biraz araştırma yapmak için internet kafeye gittim. 2 saat araştırma süresince hep aynı şeyleri buluyordum. Daha önceden gördüğüm, duyduğum ve bildiğim şeyleri. Bizim okulda çok iyi bir inek var. Yani bilgisayarlarla içli dışlı birisi. Tabii çalışkan da. Ona danıştım. Bana yardım edebileceğini söyledi. Tabii 20 dolar karşılığında. Ne beklerdiniz ki? Neyse, bana farklı kaynaklardan bilgiler buldu. Başarısı ilgimi çekti doğrusu. Bu kaynaklar üstünde biraz araştırma yaptım. 3 saatlik araştırmadan sonra gemiyle en son nereden bağlantı kurulduğunu buldum. En son ‘U.S.A DENİZ KOMUTANLIĞI’ ile bağlantı kurmuş. Hemen oraya gittim, beni beklettiler çünkü ziyaretçi olmak için bir sürü kontrolden geçmem gerekti. En sonunda girmeyi başardım. Buraya en son 10 yaşımdayken gelmiştim. Ne kadar değişmiş! Neyse, hemen oranın neresi olduğunu daha doğrusu hangi bölümde olduğunu bulmaya koyuldum. Buraya 50 m uzaklıktaymış, yürümem gerek. 15 dakika sonra oraya vardım. Beni tanıdılar. Tuhaf! Her neyse, onlara babamı sordum. Evet, bağlantı kuran onlarmış, daha fazla detay aldıktan sonra çıktım. Elimde yeni bir bilgi vardı. Babamla en son Kaliforniya’nın açık denizlerinde bağlantı kurmuşlar. Şimdi eve gidiyorum, ama yarın okuldan sonra dalış kursuma gideceğim. Seviye atlarsam Kaliforniya’da dalabilirim. Ertesi gün okuldan sonra dalış kursuma gittim. Başlangıç seviyesinde olduğum için daha çok çalışmam gerek. 3 saat daldım, sonra çıktım. Dalış kursuyla kıyıya giderken bir yandan da etrafı izliyordum. Ama maviden başka bir şey yoktu. Arabadayken “Acaba bunu anneme söylemeli miyim?” diye düşünüyordum. Ama sonra sürpriz olmasını istedim (Tabii babamı bulursam). Saat 7:00 gibi üsse gittim. Biraz daha sordum, soruşturdum. Birkaç küçük şey dışında bir şey bulamadım. Eve geldiğimde annem son zamanlarda eve geç geldiğimi söylüyordu. Bundan biraz şüphelenmişti ama daha sonra bu fikrinden vazgeçti. Yaklaşık 2 hafta sonra Kaliforniya’da dalacak düzeye gelmiştim. Ve bunun için çok heyecanlıydım. Tabii profesyoneller bakmış, bir şey bulamamış. Ama benim yine de bir umudum var. Kursla beraber daldığımızda ben biraz uzaklaştım. Onlar kıyılara bakıyorlardı. Ben ise açık denize bir şey düşmüş olabilir mi diye bakıyordum. 2 saattir dipteydim. Oksijen seviyeme baktım. Olamaz! Seviyem %5 kalmış! Yukarı doğru yüzmeye çalıştım ama sonra her şey karardı. Gözlerimi açtığımda karaya vurmuştum. Neyse ki tüpümü son anda çıkarmıştım. Yoksa ölebilirdim. Etrafıma baktım. İnanamayabilirsiniz ama yanımda kayaya vurmuş bir gemi vardı. Ayağa kalkmaya çalıştım, sonra da geminin içine baktım. Canlı belirtisi yoktu. Ama bu onun gemisiydi! Benim ismimi vermişti! Onu bulduğuma çok sevinmiştim. Buralarda bir yerlerde olmalıydı. Avazım çıktığı kadar  bağırdım. Kimse yoktu, sinyal çekmiyordu. Anneme ulaşamazdım. Adada dolandım. Hava kararmaya başlamıştı. Ateş yakıp biraz uyudum.
                                               **********

Uyandığımda yemek bulmak için ormana girdim. Burası ürkütücüydü. Ağaçlara tırmanmam gerekti. Dalış kursundan verilen çakı ile yapabildiğim kadar dal kestim. Bu ada hayatına alışığım. Buna benzer bir kampa gitmiştim. Ama 2 sene önce.  Her neyse. Tam 4 gün geçti ama ne uçak ne gemi ne helikopter vardı görünürde. Burası unutulmuş bir adaydı. Yine yemek bulmak için çıktığımda adanın diğer tarafından yükselen bir duman gördüm. Ağaçtan inip hemen oraya doğru koşmaya başladım. Gittikçe kalbimin atışı hızlanıyordu. Yolu yarılamıştım. Ama uyumam gerekiyordu. Ertesi gün tekrar yürümeye devam ettim. Ve sonunda varmıştım! Etrafta bir sürü erzak vardı. Sonra omzuma biri elini koydu. “Kayıp mı oldun evlat?” diye sordu. Arkamı döndüm. bu babamdı! Ona kocaman sarıldım. Sakalları çok uzamıştı, sanki bir yerli gibiydi. Ama onu çok özlemiştim. Onu defalarca öptüm. Ona onu özlediğimi söyledim. Biraz özlem giderdikten sonra ekibini benimle tanıştırdı. Onlar sinyal bulmuşlar ve 1 saat sonra bir helikopter gelecekmiş. Tam da zamanında gelmişim. Babama sarıldım ve helikopter gelince evimize gittik. Annem kapıyı açınca yüzündeki ifadeyi asla unutamayacağım. İşte o an ilk defa gülümsemişti. Ada ÖNÇAĞ 7-B

BENİM MUTLULUĞA YAPILAN YOLCULUĞUM


Ben; tipik, yuvarlak ve şu minik akvaryumlarda yaşayan balıklardan biriyim. Evim, sade, evimde sadece ben yaşıyorum ve evimin çok güzel bir manzarası var. Deniz ve kumsal hemen önümde. Tabii ne zaman oraya doğru oraya yüzsem görünmez bir kalkana çarpıyorum. Her gün sabah kalktığımda sahibim evimin içine yemek atıyor ve evim kirleniyor. Ben de buna dayanamıyorum. Bu yüzden başlıyorum onları yemeğe... Sonra bir büyük, bir de küçük kız bana: “Günaydın!” diyorlar. Ne hoş. En azından bana hoşgörülü davrananlar var. Bazen yaşadığım ortama yabancı insanlar geliyorlar. Parmaklarını evime sokuyorlar ve bu da yetmezmiş gibi bana laf atıyorlar. Onlar benim dilimi anlasalardı, ben onların davranışlarını o zaman görürdüm. Neyse, bu iki kızlardan küçük olanı okul dedikleri şeye gitmeden evimi kirletir. Yine yemeğe başlarım... Resmen bana kilo aldırıyorlar. Vallahi diyete giremiyorum. Sonra uzun bir süre kendimi dinliyorum. Denizde yüzmeyi düşünüyorum. Belki o zaman ilk kez gülebileceğim, mutlu olabileceğim. Annem, babam ve 24 kardeşimin yaşayamadığı özgürlüğü yaşamak istiyorum ama sahibim eve gelip siyah tabloyu bir düğmeye basarak açınca, 1 saat boyunca haber izlerken bir de ne göreyim? Atalarımı insanlar denizden çıkarıp öldürüyorlar. Bir de sahibimi birkaç kez evde atalarımı ateşe atarken gördüm. Sonra da onları yediler. İyi ki bana aynısını yapmıyorlar. Böylece tüm umutlarımı yitiriyorum. Ertesi gün yine aynı şeyi düşünüyorum. Ne de olsa bazı şeyleri çabuk unuturum. Sahibim evde haberleri izler, sonra evimi kirletir, ben daha temizliğimi bitirmeden beni karanlığa bırakır.   

Karanlıkta temizlik yapmak çok zordur! Ben mışıl mışıl uyurken bazen birden birisi ışığı yakar, su içer ve beni karanlıkta, uykusu kaçmış bir balık olarak bırakır. Haydi, şimdi uyu uyuyabilirsen. Evimde daireler çizmeğe başlıyorum. Sonra sabah güneşi doğuyor, aynı şeyler oluyor. Hayatımda arada sırada bir aksiyon oluyor, o da evimden beni diğer evime geçirirkenki şelale atlayışım. Şu küçük olan kız yıllar sonra genç kız oldu. Sürekli bana bakmaya başladı. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu ama ne dediğini anlamıyordum. Sonra her yıl bana ilkbaharda parti yaparlar. En azından onlar öyle düşünüyorlar. Bence bu bir saçmalık ama bu saçmalık sayesinde özgürlüğe kavuştum. Küçük kız uyumadan ve beni karanlıkla baş başa bırakmak yerine evimi ve beni aldı. O kumsalda yürüyor, ben de kollarında uçuyordum. Deniz kıyısına geldiğimizde bana fısıldayarak: “Özgürlük senin temel hakkın. Senle yaşamak ne kadar ilginç olsa da senin üzgün olduğunu sezinliyorum. Seni çok seviyorum. Şimdi, yeni yaşamında sana mutluluklar.” dedi ve beni hayalime kavuşturdu. Onu unutmam imkânsız. Şimdi o deniz kıyısına sadece 2 kilometre uzaklıkta bir kayalıkta 17 çocuğumla yaşıyorum. Yıllardır ilk kez gülümseyebiliyorum. Çünkü özgürüm! Elif Tuna KARAPINAR 7-B

BELKİ YILLARDIR İLK KEZ GÜLÜMSEDİ…



Sevda Hanım yine hüzünle uyandı o sabah eşi Deniz Bey gibi. Canlarından çok sevdikleri biricik kızları amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Kalp yetmezliği… Oysaki Ela bu duruma inat her sabah hayata yeni bir umutla uyanıyordu. Yine o gün büyük bir umutla açtı gözlerini yeni başlayan güne. Başında duran hemşire seruma ilaç takıyordu her zamanki gibi. Ela bu hemşireyi çok seviyordu çünkü diğerleri gibi ona acıyarak değil sevgi dolu gözlerle bakıyordu Ela’ya. Merve Hemşire’nin gözlerindeki ışık, yüzündeki tebessüm yaşama sevinci veriyordu ona. Her sabah yüreğinden gelen sesle ona günaydın demesi Ela’nın güne daha mutlu başlamasına neden oluyordu.

Annesi ve babası dışarı hava almaya çıkmıştı. Ela meraklı gözlerle annesini ve babasını ararken bir yandan da hemşireye soruyordu:
- Merve abla, bugün dışarı çıkabilir miyim, lütfen?
Sorunun cevabını bildiği halde, her gün soruyordu büyük bir umutla. Hemşire kafasını salladı. Ela bunun hayır anlamına geldiğini biliyordu. O sırada annesi ve babası odaya geldi, zaten hemşirenin de işi bitmişti. Annesi Ela’ya üzüldüğünü göstermemek için büyük bir gülümseme yerleştirdi yanaklarına ve sordu:
- Bugün nasılmış benim güzel kızım?
Ela esneyerek iyi diye bağırdı. Ela anne ve babasına söylemedi fakat bugün içinde güzel bir şeylerin olacağını hissediyordu. Ama bunu kendi içinde saklamayı tercih etti.

Babası haberleri izlemek için televizyonu açtı. Annesi eline bir kitap alıp koltuğun kenarına oturdu. Ela’nın canı sıkılmıştı. Arık ne televizyon izlemek, ne kitap okumak, ne de pencereden dışarı bakmak istiyordu. Bu dört duvar arasında canı çok sıkılmıştı artık. Saat bire yaklaşırken kapı çalındı ve hızla içeriye doktor bey girdi. Heyecanlanınca kekelediği için Ela ve ailesi önce ne demek istediğini anlamamışlardı. Daha sonra doktorun söylediklerini annesi anlamış olacak ki sevinçten gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Ela içindeki hissin boşa çıkmadığını anlamıştı ve çok mutlu olmuştu. Anne ve babasını ilk defa bu kadar umutlu görmüştü çünkü. Doktor bir iki gün sonra Ela’ya nakledilecek kalbin geleceğini söyledi ve Ela’yı kalp gelir gelmez ameliyata alacaklardı. Ela bunun için çok heyecanlıydı.

Büyük gün geldi çattı fakat doktor kalbin gelemeyeceğini gidip kendilerinin almaları gerektiğini söyledi. Babası Deniz Bey, o kadar çok umutlanmıştı ki doktordan haberi duyar duymaz yola çıktı. Annesi ve Ela’nın hastanede artık Deniz Bey’in getireceği kalbi beklemeleri gerekiyordu. Annesi çok mutluydu, Ela da öyle…

Bir gece yarısı hastanede telaşlı sesler yükselmeye başladığını duydu Ela. Yarı uyanık yarı uykuda olduğu için rüya gördüğünü sandı fakat annesinin de uyandığını görünce bir şeyler olduğunu anladı. Annesi ilk önemsemedi bu sesleri, sonuçta hastaneydi burası, her şey olabilirdi. Ancak doktorları hızla içeri girdi ve Ela’yı ameliyata hazırlayın, dedi ve anladılar ki babası kalbi getirmişti. Annesi çok mutluydu kızı kurtulacağı için. Ela ise babasını merak etmişti. Acaba neredeydi kahraman babası. Bunu doktora sorduğunda, doktor :
            -Önce ameliyata girmemiz gerekiyor diyerek, Ela’yı cevaplamaktan kaçındı.
Ela sedye ile ameliyathaneye ilerlerken, annesi acı haberi doktordan öğrenmişti. Deniz Bey kızını kurtaracak kalbi getirirken büyük bir trafik kazası geçirmişti. Annesinin gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı haberi duyduğunda. Donup kalmıştı sanki onun için hayat. Ela’nın bir an önce ameliyata girmesi gerekiyordu fakat o inatla kafa sallıyordu ameliyathanenin önünde çünkü babasını görmek istiyordu. Doktor Ela’yı babanı ameliyattan sonra görürsün diyerek zorla ameliyathaneye soktu. Ela’nın ameliyatı çok başarılı geçti fakat babasının ameliyatı öyle olmadı. Gittikçe ağırlaşan kalp atışları bu mücadeleye dayanamadı ve durdu. Doktorlar ne yaparlarsa yapsın babası bu hayata gözlerini yummuştu. Bir daha geri gelmeyecekti.

            Doktor bu haberi ailesine nasıl söyleyeceğini kara kara düşünüyordu. Fakat bilmek onların da hakkıydı, ağır adımlarla Ela’nın odasına ilerledi. Ela babasının trafik kazası geçirdiğini ameliyattan çıkınca öğrenmişti ama o babasının iyileşeceğini düşünmüştü. Babası da kendisi gibi hayata onlar için tutunmalıydı ona göre. Ela büyük bir heyecanla sordu:
- Eee, babam nasıl? Onu görebilecek miyiz? dedi. Doktor üzüntüyle kafasını iki yana salladı hayır, o artık aramızda değil. Annesi ve Ela bu haberi duyunca çılgına döndüler. Bu odadan gözyaşı hiç eksik olmadı.

Babasına karşı son görevlerini yapma günü gelmişti. Ela annesine dönerek:
- Bak anne, benim hayata dönmemi bir insanın bağışladığı kalp sağladı. Bence biz de babamın organlarını bağışlamalıyız. Böylece babam bir çok insana hayat vermiş olacak. dedi. Annesi kızının bu kadar duyarlı olduğunu görünce duygulandı ve
- Neden olmasın tatlım? dedi ve birlikte bunu doktorlarla konuşmaya karar verdiler. Doktorlar bu fikri onayladılar ve babasının organları başkalarına hayat verdi.

            Ela artık hastaneden taburcu olabilirdi. Annesi eşyalarını toplarken kapı çalındı. İçeriye bir genç ve bir yaşlı teyze girdi. Ela babasını gördüğünü sanmıştı. Haklıydı da, babasının yüzü bu gence nakil olmuştu. Genç ve annesi de onlara teşekkür etmeye geldiklerini söyleyip çıktılar. Ela annesine bakarak:
- Anne, her ne kadar babam yanımızda olmasa da o gence bakınca babamın gözlerini gördüm. Uzun zamandır bana bakarken hiç güldüğünü görmemiştim babamın. Belki yıllar sonra ilk kez gülümsedi babam bana.
Derken gözlerinden yaşlar süzülmüştü… İrem ÖNAL 7-C


BELKİ YILLARDIR İLK KEZ GÜLÜMSEDİ…


Kuzey Kutbu’na araştırmaya giden kızlı erkekli sekiz on bilim adamı uçaktaydı. Bir anda uçak sarsılmaya başladı. Uçak düşüyordu. Bütün yolcular panik içindeydi. Ne yapacaklarını bilemeyen bakışlarla birbirlerine bakıyor, telaşlı talaşlı bir şeyler konuşuyorlardı. Genç bir kadın, genç bir adamın yanına yaklaştı. Elini tuttu ve gülümsedi. Adam da aynı karşılığı verdi. Gençlerin bakışlarında ne telaş ne de hüzünlü bir elveda vardı. Birbirlerine umut dolu bakışlarla bakıyorlardı yalnızca.“Dikkat, dikkat! Sayın yolcularımız uçağımızın kontrolünü yitirmiş bulunmaktayız. Lütfen panik yapmayın ve koltukların altına çömelin.” Anonsun sesini duyan yolcular söyleneni yaparak koltukların altına eğildiler. Genç kadın ve adam gene bakıştılar. Kadın “Bu projeyi aylardır devam ettiriyoruz. Ancak sana seni sevdiğimi söyleme fırsatını bir türlü bulamamıştım. Seni seviyorum.” Genç adam da aynı düşünceler içindeydi. Ondan onu ilk gördüğünden beri hoşlanıyordu. Ancak bir türlü kendinde bunu dile getirme cesareti bulamamıştı. Her ne kadar sevdiği insanın ondan hoşlandığını bilmek güzel bir duygu olsa da bunu ona ilk kendi söylemek istiyordu. Bir yandan birazdan öleceğini düşündüğü için ve ilk adımı atamadığı için üzüntü duyuyor, bir yandan da kalbi sevinçten tutuşuyordu.                                                                                                                                     
Genç kadın uyandı. Klasik bir hastane odasındaydı. O anda hemşire odaya girdi ve genç kadına gülümsedi. Genç kadın neler olduğunu sordu. O da kazadan ucuz kurtulduğunu, yoğun bakımdan çıkalı birkaç saat olduğunu söyledi. Ölmediği için çok şanslıydı. Genç kadın genç adamı sorunca hemşirenin yüzü birden asıldı. Genç adam bitkisel hayata geçmiş. Tekrar hayata dönme olasılığı çok azmış. Yeni kavuştuğu sevgilisi için çok üzülen kadın merakla adamın odasına gitti. Saatlerce odada başında bekledi. Böyle yaşayamayacağını anlayan kadın hayatını genç adama adamaya ve o uyanıncaya kadar yanında olmak istedi. Bu yüzden hayatını adama göre düzenledi. Kariyerini bıraktı ve yıllarca sabah akşam hastanede kaldı. Adamı dışarıda dolaştırdı. Her akşam kitap okudu. Eğer bitkisel hayatta olmasaydı yapacağı, yapabileceği her şeyi onunla birlikte yaptı.
Bir gün hastane odasındayken genç adam gözlerini açtı ve sevgi dolu gözlerle kadına baktı. Bir süre birlikte bakıştılar. Sonunda genç adam ağzını açtı: “Seni seviyorum”. Ardından kalp ritmleri yavaş yavaş azaldı… ta ki durana dek. Genç kadın dışarı çıktı ve belki yıllardır ilk defa gülümsedi. Evet, sevgilisi ölmüştü ama severek. Son anlarında onunla olabilmişti. Genç kadın içini çekti ve yoluna devam etti. İpek Janset KEBAT - 7/C

ARKADAŞLIK İÇİN BİR UMUT

          Merhaba, benim adım Çağla. 16 yaşındayım ve özel liseye gidiyorum. Okullar açıldı. Maalesef liseye mutlu ve heyecanlı başlayacağım söylenemez çünkü yaz tatilim o kadar berbat geçti ki! En yakın arkadaşım saydığım Merve ile kavga ettik. Bu nedenden dolayı artık kendimi o kadar güvensiz ve boş hissediyorum ki
ruhum derin yaralar almış durumda.
Canım ailem beni bu durumdan kurtarmak için çaba veriyor, ellerinden geleni yapıyorlar ama olmuyor. Çok yalnızım, umutsuzum, sanki bir daha iyi olamayacakmışım gibi geliyor. Üstüne üstlük Merve ile aynı lisedeyiz. Sabah, okul servisi geldiğinde dışarıda bekliyordum. Servisin kapıları açıldı ve bindim. Yerim olan cam kenarına geçtim. Hava yağmurluydu. Sanki inadına herkes arkadaşlarıyla konuşuyor ve eğleniyordu. Ben tam tersine camdan aşağı süzülen yağmur damlalarına bakıyordum. Liseye varmıştık. Kapıyı açıldı ve içeri girmeye başladık. Koridordan geçerken herkesin benim hakkımda fısıldaştıklarını duyabiliyordum çünkü normalde ben böyle bir insan değildim. Merdivenlerden çıktım ve sınıfa doğru ilerledim. Kapıdan içeri girdiğim anda Merve’yi gördüm. Şansa bak!  O da beni gördüğüne pek mutlu olmadı. Sınıfta sadece ikimiz vardık, saat daha 8.15’ti ve okul 9.00’da başlıyordu. Sırama doğru ilerledim. Onun yüzüne bakmamaya çalışıyordum. Onunla aynı sınıfta, lisede bile olmak istemiyordum artık. O da zaten aynı fikirde görünüyordu ve sınıftan çıktı. Şu uzun dakikalardan sonra ders başladı ve hoca içeri girdi. Onunla birlikte bir çocuk daha geldi. Büyük ihtimalle yeni gelen öğrencilerdendi ve bizim sınıfa gelmişti. Adı Adalet’ti. Okula yeni gelmiş biri olarak pek utangaç gözükmüyordu. Ders bitti ve teneffüs başladı. Birkaçı dışarı çıktı ve birkaçı sınıfta kalıp Ömer’le konuşmaya çalıştı. Ben ise sıramda kitap okumaya çalışıyordum. Sonra herkes bir anda dışarı çıkmaya başladı ve Adalet yanıma geldi. “Hey, sen neden burada oturuyorsun?” dedi. “Boş ver!” dedim. Ne de olsa bunları yaşamamış bir insan anlayamazdı değil mi? Ama zaten diğer insanlara benzemiyordu. Bir iki kere sorup ben cevap vermek istemeyince bıraktı. Ama hâlâ benim hakkımda biraz endişeli görünüyordu. Ben de ona anlattım. Aslında ona anlatınca, Merve ile aramızdaki anlaşmazlığın biraz saçma olduğunu anladım ama hata bende değildi. Ben ciddi biriydim. Sorun buradaydı. O dünyayı çok  tozpembe görürken ben ise normal görüyordum. Yaz tatilim bu yüzden mahvoldu. Benim yerime başkasını tercih etti. Ama eğer arkadaş olacaksak beni olduğu gibi kabul etmesi gerekmiyor muydu? Aklım çok karışıktı. Belki benden özür dileseydi ve hatasını kabul etseydi dostluğumuz için hâlâ bir umut olabilirdi. Ama hayır, o kabullenmedi. Yemekte Adalet başkalarıyla oturdu, ben ise yalnızdım. Asıl sorun Merve de öyleydi. Demek o da benim gibi üzgündü. Olması gerekiyordu. Aradan 3 gün geçti. Yine ya yalnız takılıyordum ya da Adalet ve diğer arkadaşlarla takılıyordum. Merve hâlâ yalnızdı ve çok üzgündü. Ben ise hala bir arkadaşlık için umut görüyordum ama onun özür dilemesi şartıyla. Yemek saatinde yemeğimi alıp masaya oturdum. Hiç tahmin etmediğim bir şey oldu…

Merve yanıma geldi ve konuya hata yaptığını söylemekle başladı. Onun yaptığı hata değildi, onun seçtiğiydi. O anda, nedense barışmak yerine kavga etmek istemiştim. Masada donup kaldım. Benden özür diledi. İnanılmaz! Aslında pek öyle değildi. Aklımdan bir sürü şey geçiyordu ama bir türlü ağzımdan çıkmadı. Ben sessiz dururken o hala özür diliyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Onun gerçekten durdurmak istemiyordum ama ne zaman duracağını da merak etmeye başlamıştım. En ciddi yüz ifademi gösterdim. Gerçekten çok üzgündü ve eğer onunlar barışmazsam sanki ağlayacaktı. Ne de olsa birbirimizi yakından tanıyorduk. En sonunda “Tamam yeter, cidden!” dedim. Evet! Hala bir umut olduğunu biliyordum! Her ne kadar içimde karanlık ve soğukluk baş gösterip çiçekler açıp kelebekler uçsa da bunu belli etmedim. “Tamam, özrünü kabul ediyorum.” dedim. “Evet! Biliyordum hala bir umut olduğunu!” dedi. Vay canına! Demek o kadar farklı değildik. İlk defa hayatımda bu kadar içten gülümsemiştim. Gerçi ilk defa demekle biraz abartmış olurum ama mutluydum. Artık yeniden eski gibi arkadaştık. Selin ÜLKEN 7-A

ÖLMEDEN ÖNCE YAPMAM GEREKEN YÜZ ŞEY

           Ben bir inekten süt sağacağım, ben yabancı bir ülkede bağıra bağıra Türkçe şarkı söyleyeceğim. Ben bir maçı rakip tribünden izleyeceğim. Ben ben ben…
- Ekin dersi dinle.
Öffff, bir hayal kurdurtmadınız diye geçirdim içimden. Hani insanın çok sıkıldığı anlar vardır ya. Hani hiçbir şey yapmak istemediği. İşte tam o anlardan birinde sıkışıp kalmıştım. Canım ne kitap okumak istiyor ne de dersi dinlemek. Ne camdan bakmak istiyorum ne de arkadaşımla konuşmak. İşte böyle sıkıntılı ve çaresiz bir an yaşıyordum. Ben böyle anlarda genellikle hayal kurmayı tercih ederim. Ama bu hayaller benim yaşımdaki normal kızların kurduğu hayallere benzemez. Yarın ne giysem, nereyi gezsem, kiminle sevgili olsam veya vizyondaki hangi filme gitsem türünden hayaller değildir. Benim kurduğum hayaller, bilirsiniz işte, içinde daha çok macera barındıran, sıradan hayallerdir. İşte o anda tam bu hayallerden birine dalmıştım ki öğretmenimin sesi ile ilkindim.
- Ekin dersi dinle.
Ne kadar anlamsız ve saçma bir sözdü. Ona bir zararım yoktu. Dersi de bölmüyordum. Üstelik dinlesem bile asla kafama girmeyecekti. Eve sıkkın sıkkın giderken aklıma şahane bir fikir gelmişti. Hayallerimden yola çıkıp ölmeden önce yapmam gerek 100 şey adında bir liste oluşturacaktım. Durup dururken yangın butonuna basıp kaçmak, bir ay hiç evden dışarı çıkmamak veya buz gibi bir havada denize girmek gibi saçma sapan bir sürü şeyin yazdığı 100 maddeden oluşan bir liste.
İşte şu anda elimde o liste duruyor. Önümde. Tam dizlerimin üstünde. Çok acı. Zar zor okuyorum. Kavanoz dibi gibi gözlüklerimle yarı kör bir durumda kâğıda bakıyorum. Bir madde, sadece bir madde. Tüm hayatını bu saçma listeyi bitirmek için adamış, doksan yaşına gelip bir maddesi kalmış bir kişiden bahsediyoruz. Hayatımda düştüğüm en kötü durum. Hele ki kâğıtta yazan son maddenin yaşlı bir insana göre atom parçalamaktan daha zor bir şey olduğunu düşünün. Evet zor. Hem de çok zor. Kâğıttaki son madde benden şişme oyun alanlarında, hani şu zıplamak için olan, zıplayarak tepeye değmemi istiyor. Bacaklarım daha benim yürümeme izin vermezken nasıl olur da beni zıplatabilirler ki? Hem de çok iyi zıplayıp tavana değmem gerekirken, üstelik yarın kalktığımda kendimi hayatta bulabileceğimin güvencesi bile yokken. Bunu nasıl başarabilirdim ki? İçimde en büyük silah olan umut varken, sona bu kadar yaklaşmışken pes edemem. Vazgeçemem. Umudumu yitirip ölmektense, hayatımda tek umudum olan listeyi bitirmeye çalışırken ölmeyi tercih ederim. Evet, kararımı vermiştim, bu işi kafama koymuştum. Umudumun ve hayallerimin peşinden gidecektim.
Ertesi günü erkenden kalktım. Ayaklarıma, ellerime baktım. Yaşasın, yırtmıştım, bugün de yaşıyordum. Bu listeyi bitirmek için belki son günümdü ama sonuçta bir günüm vardı ve ben riske giremezdim. Listeyi tamamlamak için elimden ne geliyorsa yapacak, o tavana değecektim. Erkenden bir oyun alanına gittim. Erken gittim çünkü kimse insanlara veya çocuklara rezil olmak istemez. Oyun alanının kapısında duran görevli insanlar beni görünce şaşırdı. E haklı tabii, nihayetinde buraya gelen normal insanların elinde veya yanında bir çocuk bulunur. Bu yüzden durumu onlara izah ettim. Listeden ve 100 hayalden bahsettim. Tabii ki hepsi bunu çok saçma buldu ama kim yaşlı bir insanı kırabilirdi ki? Trambolinin üstüne çıktım, var gücümle zıpladım. Ancak benden bir tane daha olsaydı tavana değebilirdim herhalde. Trambolinin altına kalın bir tahta parçası koydular, böylece tavana daha yakındım. Zıpladım ama yine olmadı. Oyun alanını daha çok şişirdiler böylece hem tavana biraz daha yaklaşacağım hem de bir zıplayışta daha yukarı fırlayacaktım. Zıpladım. Oldu. Tavana değdim. Kendimi yere attım ve “İnanmıyorum, başardım, ben bu listeyi tamamladım.” diye bir çığlık attım. İddiaya varım ki tekerleği bulan insan bile bu kadar çok sevinmemiştir. Belki yıllardır ilk kez gülümsedim. O anda hem o kadar zıplamaya dayanamamış kalbimin güm güm atmasından hem de sevinçten olsa gerek bayıldım. Mutluydum çünkü listemi tamamlamıştım, ölecektim çünkü yaşımı tamamlamıştım, ölmüştüm çünkü Azrail’i görmüştüm. Sude BALCI 7-C