O kadar hızlı gidiyoruz ki bir an oracıkta
doğuracağım sandım. Saat gecenin üçü ve biz alelacele hastaneye gidiyoruz.
Evet, bir bebeğim olacak. Yıllarca süren uğraşlarımız boşa çıkmadı. O kadar
mutluyum ki anlatamam ama şu sancılar da bir geçse güzel olacak. Sanırım kızım
olacak. Belki anne olmak için fazla yaşlıyım ama bu hissi tatmak bile çok
güzel. Otuz beş yaşındayım ve ilk çocuğum. Aslında ilk sayılmaz. Daha önceki
daha karnımdayken öldü çünkü. Yıllarca bebeğimiz olmadı bir daha. Umudumuzu
kesmiştik fakat son olarak tüp bebeği denemeye karar verdik. Gayet başarılı
oldu ve şu anda tüp bebeğimi doğurmak üzere hastaneye yetişmeye çalışıyoruz
çünkü fena halde sancım var. Az kaldı galiba. Telefon çalıyor, kayınvalidem.
Ben kayınvalidemi çok severim fakat o da beni sever mi bilinmez. Yıllar önce düşük yaptığım ve bir daha çocuk
yapmayı beceremediğim için benimle pek konuşmuyor çünkü tek oğlu var ve haklı
olarak torunu olmasını istiyor. Benim yüzümden oğluyla da konuşmuyor, Burak’la.
Telefonu açtım ve yoldayız hastaneye geliyoruz, dedi kayınvalidem. Benimle
konuşması bile beni sevindirmişti. Sonunda hastaneye vardık. Ameliyathane zaten
hazırdı. Beni hemen giydirip içeri aldılar. Burak elimden tutuyor çünkü hafif
korktuğumu hissetmiş. Sezaryen olacağım için endişelenmemi gerektiren bir şey
yok. Doğum başlamadan hemen önce kayınvalidem içeri girdi. Beni sevdiğini
söyledi. Artık hazırım. Yaklaşık otuz dakika sonra ameliyat bitti. Kucağıma
verdiler kızımı. İlk olarak kayınvalidem geldi yanıma. “Aynı annesine benziyor.
Sarışın, yeşil gözlü, minik burunlu ve çok güzel bir kız.” dediğini duydum.
Belki yıllardır bana bakarken ilk kez gülümsüyordu. Bunun bir gün
gerçekleşeceğini biliyordum. Kayınvalidemle aramızın düzeleceğine dair umudumu
hiç kesmemiştim ve o gün bugündü. Kendi annem vefat ettiği için onu öz annem
gibi seviyordum. Babaannesi kızıma doğum sonrası giydirmem için morlu bir takım
almıştı. O kadar şirindi ki. Bu takım Mina’ya çok yakışmıştı. Mutluluktan
ağlarken kızıma sıkıca sarıldım. Bebeğimi kucağımda tutmanın sevinci paha
biçilemezdi. Mina’yı babaannesine verdim ve Burak’ın boynuna sarıldım. O da
kulağıma, “Benim güzel karıcım, Serenay’ım, sonunda hayallerimiz gerçekleşti.
Artık kocaman bir aileyiz. Kızımın annesi, her şeyim seni çok seviyorum.” dedi
ve alnımdan öptü. Hayatımın en mutlu günüydü resmen. Olmasını, gerçekleşmesini
umduğum her şey gerçek olmuştu. Artık anne diyebileceğim biri ve bana anne
diyebilecek biri var hayatımda ve tabii ki beni çok seven bir kocam. İnsan daha
ne ister! Elif Dilan ÇELİK 7-C
12 Mayıs 2014 Pazartesi
SENİN GÜLÜŞÜN
Ve işte o gün. O gün mutluluğumu
kaybetmiştim. Annem ve babam sabah kahvaltıdan sonra işe gitmişlerdi. Evde
yalnızdım. Evde dolaşırken mutfakta bir şey bulmuştum. Küçük ve ortası çekmece
gibi açılan bir kutuydu. Kenarında bir ok işareti vardı. İçinden bir tane tahta
parçası çıktı. Sonra onu kutuya sürtmeye başladım. Ve bir anda bir patlamayla
mutfak alevler içinde kalmıştı.
Gözlerimi açtığımda kendimi hastanede
buldum. Yanımda annem ve babam vardı. Onlara, neler olduğunu sormaya
çalışıyordum fakat yapamıyordum. Ne olduğunu anlayamıyordum. Daha sonra bir
hemşire elinde aynayla yanıma geldi. Aynayı bana uzatırken “Çok şanslı bir
çocuksun.” dedi. Aynayı elinden aldım ve kendime baktım:
- Aman tanrım! Bu da ne?
Henüz 7 yaşındaydım ve gözlerim dışında tüm
yüzüm sargı içindeydi. Evet, yüzüm yanmıştı.
Üç hafta sonra taburcu olmuştum. Bir gün
annem ve babam “Haydi üzerini değiştir. Dışarı çıkıp biraz hava alalım!”
dediler. Sessizce üzerime yeni aldığımız tişörtümü ve şortumu giydim. Evimizin
yakınındaki, her zaman güler yüzü ile bizi selamlayan Judy’nin kafesine
gitmiştik. Birkaç dakika sonra yanımıza orta yaşlı bir adam gelmişti. Ama ne
yazık ki ona “Merhaba” diyemiyordum.
Adam yanıma geldiğinde, sanki durumumu biliyordu. Annem ve babamla biraz
havadan sudan sohbetler yaptıktan sonra bana dönüp “Merhaba, benim adım Joe.
Umarım bir gün tekrar karşılaşırız.” dedi.
İki ay sonra hastaneye kontrole gitmiştik.
Doktorlar beni uzun uzun muayene ettikten sonra, annem ve babamla odada
konuşmuşlardı. Ben dışarıda koridorda onları bekliyordum. Annem ve babam odadan
üzgün bir ifadeyle çıkmışlardı. Eve geldiğimizde salonda beni karşılarına oturttular.
Annem ellerimi ellerinin arasına alıp:
- Dinle Mike! Doktorlar bundan sonra hiç
konuşamayacağını söylediler. Çok üzgünüz tatlım. O kötü patlamada yüzün gibi
sesin de yanmış.
Dediklerini tam olarak anlamaya
çalışıyordum. Annemin gözlerinden ip gibi yaşlar akmaya başlamıştı.
On beş yaşıma geldiğimde bir akşam eve
gelen bir telefonla Joe amcanın trafik kazası geçirdiğini öğrendik. Hemen
hastaneye gittik. Annemle babam doktorlarla konuşuyorlardı. Ben ise uzaktan
sessizce onlara bakıyordum. Camın arkasında sargılar içinde yatan bir adam
eliyle beni yanına çağırıyordu. Joe amcanın durumunun çok kötü olduğunu yanına
gidince anlamıştım. Bana “Bu surata iyi bak!“ dedi ve bir gülüş attı. Ardından
hemşireler beni odadan dışarı çıkarttılar. Koridorda oturuyordum. Bir doktor
yanımıza geldi ve “Başınız sağ olsun. Kurtaramadık.” dedi. Hastaneden
ayrılırken arkamızdan gelen bir doktor bana seslendi. Yanıma gelip bana, bir
yüz nakli isteyip istemeyeceğimi sordu. Annem ve babam birbirlerine bakıp “Bu
gerçekten mümkün mü?” diye sordular.
Doktor Joe amcanın ölmeden önce yüzünü Mike’a bağışladığını söyledi. Bunu
duyunca onaylarcasına başımı heyecanla salladım. Ertesi gün beni ameliyata
aldılar. Uzun ve başarılı bir ameliyat olmuştu. Ameliyattan bir ay sonra
sargılarım açılmıştı. Doktorlar yeniden konuşabileceğimi söylemişlerdi. Heyecanla
bir aynanın karşısına geçip birkaç kez gülümsedikten sonra, yüksek bir sesle
“İşte bu senin gülüşün Joe!” diye bağırdım. Güçlü VARLIK 7-C
HAYATTAN UMUDU VARDI
“Merhaba” dedi oğluna, yılların özlemini
bir “Merhaba”ya sığdırmaya çalışarak. Sözcükler ağzından çok özlemli, çok
sakin, bir o kadar da yorgun çıkıyordu. Yılların yorgunluğuydu bu. Rahmetli
eşiyle ne zorluklar çekerek Amerika’ya yollamışlardı onu. Sırf daha iyi bir
geleceği olsun, onlar gibi sıkıntı çekmesin diye. Düşündükleri gibi daha iyi
bir geleceği olmuştu oğullarının. İyi bir doktor olmuş, başarılı işlere imza
atmıştı. Ama tüm bunların yanında otuz senede bir kere bile Türkiye’ye
gelmemişti. Belki de rahmetli eşi oğlunun hasretinden ölmüştü. Senede birkaç
kez telefon ediyordu. O telefonlardan birinde öğrendiler evlendiğini, bir
başkasında da çocuklarının olduğunu. Oğullarının hasretinden sonra bir de
torunlarının hasreti eklenmişti. İşte tüm bunlara dayanamayan eşi bir gün bir
daha hiç uyanmamak üzere gözlerini kapattı.
“Neden?” diye sordu oğluna, otuz seneyi
açıklamasını isteyerek. “Neden hiç gelmedin?” “Neden bizi yok saydın?”. Oğlu bu
sorulara cevap vermenin onu yıpratacağını ve daha çok üzeceğini bildiğinden,
başını öne eğip sessiz kalmayı yeğledi. Bu sessizliği bozan ise torunlarının
cıvıltısıydı. Babaannelerini görünce ilk yaptıkları şey aynanın önündeki
fotoğraflara bakmak oldu. Ama çocukların umurunda olan babaanneleri değil,
oyunlarıydı. Onlar başka odaya giderlerken, babaanne ise aynanın önündeki
fotoğraflara bakarak gülümsedi. O zamanlar ne kadar da umutluydu Amerika’ya
gidip oğlunu göreceğinden. Ta ki eşi biriktirdikleri parayı kumarda kaybedene
kadar. O zaman umudu söndü işte. Yeniden para biriktirmek zorundaydı; tabii
oğlunu görmek istiyorsa.
Tam işler yoluna girmek üzereyken eşini
kaybetti. Üst üste iki kere şok
geçirmişti. Sonra da iki yakasını bir araya getiremedi. Ta ki bir gün loto
bayisinin önünden geçene kadar. Bayinin önü çok kalabalıktı, bu yüzden buranın
bir loto bayisi olduğunu anlamadı. Sıranın ne olduğunu anlamak için o da kuyruğa
girdi. Loto olduğunu anlayınca da oynamaya karar verdi. Belki şansı yaver
giderdi. Loto oynadıktan iki hafta sonra kazandığını öğrendi. Hatta loto
oynadığını kendisi bile unutmuşken komşusu gelip haber verdi lotoyu onun
kazandığını. Tabii, önce inanmadı ama bayiye gidince öğrendi çok para
kazandığını. Çok şaşırdı, sevindi ve hemen o parayla ne yapacağını planlamaya
başladı. İlk planı oğlunu görmeye gitmekti. Sonra da “Yeni bir ev alırım.” diye
düşündü. Bunları düşünürken Amerika’ya nasıl gideceği aklına geldi. Uçakla
gidecekti ama bileti nasıl alacaktı? Tabii ki internetten. Fakat interneti de
yoktu. Neyse ki yan komşusu Hayriye’nin kızının vardı. Ertesi gün hemen
Hayriye’nin evine gitti. Eli boş gitmedi elbette. Eli boş gitmek pek hoş
karşılanmazdı oralarda. Gittiğinde gördüğü manzara onu hiç şaşırtmadı.
Hayriye’nin kızı Sırma’nın elinde bilgisayar bir şeylere bakıyordu. Hayriye çay
verdikten sonra sordu: Hayrola! Yüzünü gören cennetlik!
-
Kısmetse Amerika’ya gideceğim.
-
Git ya, ne iyi olur. Kazandığın parayla bunu
yapmalısın.
-
Yalnız uçak bileti almam gerekli.
-
Sırma şimdi halleder onu, değil mi Sırma’cığım?
-
Tabii anne. Bekle, havayollarının sitesini
açayım. Hangi gün istersiniz, kaç kişi?
-
Sadece ben, keşke sevgili eşim de olsaydı… Neyse
3 Haziran olursa sevinirim.
-
3 Haziran’da sadece 25. koltuk boş, acele
etmezsek yer kalmayacak.
-
Tamam, sen yer ayırt.
-
Tamamdır, hallettim.
-
Teşekkürler Sırma’cığım, sen de sağol Hayriye!
-
Bir şey değil Çiçek!
Çiçek Hanım tam da
bunları düşünürken oğlunun sesi onu kendine getirdi. “Anne, eşim Marie ile
karar verdik, bundan sonra bizimle burada kalmanı istiyoruz. İtiraz yok! En
azından bunca yılın acısını sana biraz olsun unutturmak istiyoruz, buna izin
ver.” Oğlu, Çiçek Hanım’a söz bırakmamıştı. Kalacaktı! Ah, keşke rahmetli eşi de
yanlarında olsaydı. Ölmeden önce ne kadar da hayal etmişti oğlunu ve
torunlarını görmeyi ama kısmet değilmiş, olmadı. Çiçek Hanım tüm yaşadıklarına
rağmen mutluydu. Belki de yıllardır ilk kez doğru dürüst gülmüştü. Bundan sonra
yapması gereken de artık mutlu olmaktı. Bir daha asla umutsuzluğa
kapılmayacaktı. Hayatta her zamankinden daha fazla umudu vardı artık. Elif CERYANSUYU 7-C
HABERLİ HAYIRSEVER
“Çalışın, sizi pis, küçük köleler!”
Omzunda şaklayan kırbacı hissetti. “Kızların işi yemek ve ev işidir, zamanı
geldiğindeyse çocuk yapmak. Şimdi oyalanmayı bırakıp mermerleri ovalamaya
dönün!” Bu adamdan ne kadar nefret ettiğini düşünerek süngerini eline aldı.
Gözlerinin önünde sallanan elle gerçek
dünyaya döndü. Elin sahibi Nil’di ve sanki biraz öfkeli görünüyordu.
“Neredeydin yine? Saçma saçma bir şeyler kurup burada görünerek aramızdan
ayrılmandan nefret ediyorum. Biz köleyiz saçmalığı mı?” Ladin iç çekti.
“Saçmalık değil, gerçek. Fark ettiysen bize köleymişiz gibi davranıyorlar.” Nil
kaşlarını çattı. “Burası bir yetimhane, ne kadar konforlu olabilir ki?
Abartıyorsun sen de, kabul et.” “I-ıh. Kızları resmen sömürüyorlar. Bak, biz
burada bulaşık yıkıyoruz. Peki erkekler? Onlara gerçek yetimlermiş gibi
davranıyorlar.” dedi Ladin önündeki tabağı durulayıp temiz tabak yığınına
bırakırken. “Gerçek yetim mi?” Nil çok uzun zamandır Ladin’le arkadaştı ama
çoğu zaman onun kendine has cümlelerini ve uçuk hayal gücünü anlamazdı. “Gerçek
yetim işte. Ay bu çocuk yetim, annesi babası yok, zavallıcık, ona iyi
davranalım olayı. Erkeklerin hepsine böyle bakılıyor. Ama ne, yetim kızlar arka
odada bulaşık yıkıyor!”
Ladin konuşurken kaşlarını daha fazla çatmıştı.
Bu teknik olarak imkansızdı çünkü Ladin hep kaşları çatık gezerdi. Dokuz yıllık
arkadaşlıkları boyunca hiç kahkaha atmamıştı. En fazla küçük tebessümler ya da
hüzünlü gülümsemeler. Nil onun için üzülürdü.
İki kız sessizce bulaşıklarına dönerken Nil
yetimhanedeki ilk gününü hatırladı. Beş yaşındaydı. Birileri ona anne ve
babasının hasta olduğunu söylemişti, başka birileri de öldüklerini. Ama kimse
ona bu hastalığın ne olduğunu, anne ve babasının hangi hastanede olduğunu
söylememişti. Ağlamasına aldırmadan kolundan sürükleyerek büyük ve korkutucu
görünüşlü bir binaya götürmüşlerdi. “Bak,” demişti biri, “Burası yetimhane.
Anne babası olmayan çocukları buraya bırakırlar. Burası senin gibilere yemek,
yatak ve eğitim verir. Minnet duymayı öğretir. Ağlama. Ağlamak zayıflıktır.
Burada iki ya da üç kişilik odalar var, seninle aynı yaşta bir kızın odasına
gideceksin. Oda arkadaşına iyi davran, kavgalara bulaşma, uslu bir kız ol.”
Yetimhanenin sahibiydi bu. Kendisine
Patron dedirten, cinsiyet ayrımcılığı yapan çıkarcının teki. Başka bir yetim
tarafından odasına götürülürken bile, adamı tanımasının üstünden on dakika
geçmeden, nefret etmişti Nil ondan.
Gittiği odada kimse yoktu ama her yerde
eşyalar vardı. Onu odasına getiren kız yataklardan kullanılmayanın üstündeki
eşyaları toplamasına ve getirdiği az sayıdaki eşyayı yerleştirmesine yardımcı
olmuştu. Nil hoşlanmıştı ondan, arkadaş da olmuşlardı, ta ki kız intihar edene
kadar. Yetimhane yaşamı asla kolay değildir.
Nil oda arkadaşıyla ilk haftasında
tanışamamıştı. Kız tek kişi kullandığı odanın gereksiz yere dolmasını protesto
ediyordu. Daha sonra bu kızın Ladin diye birisi olduğu ortaya çıkmış, ikisi bir
sürü oda kavgasının ardından arkadaş olmaya karar vermiş ve kısa süre içinde en
iyi arkadaşlara dönüşmüşlerdi.
Aradan dokuz yıl geçmişti ve işte
buradaydılar, bulaşık yıkıyorlardı. Ladin göz ucuyla bakınca Nil’in gözlerinin
dolduğunu fark etti. Durup dururken gözleri dolardı bazen Nil’in. Böyle anlarda
Ladin onun geçmişi düşündüğünü anlardı. Zavallı kız anne ve babasının ölümünden
tam dört yıl sonra ikisinin de kanserden öldüğünü öğrenebilmişti. Söylemese de
acıyordu Ladin Nil’e.
Yetimhanede ağlayamazsınız. Ağlamak
zayıflıktır. Patron’un onlara öğrettiği ilk kuraldı bu. Ama Nil çok ağlamıştı.
Zaten Ladin onu ilk gördüğünde anlamıştı, Nil bir yetimhaneye ait değildi, asla
da olamazdı.
Yetimhaneye nasıl girerseniz girin, sizi
değiştirir. Yetimhanede kimsenin zarif ve hoş yüzleri yoktur. En fazla diğerlerine
göre daha güzel yüzler vardır. Bütün yüzler incedir, zayıftır, göz altları mor,
göz çevresi kırışıktır. Gülümsemeler vardır ama yetimhane çocuklarında genelde
bir bıkkınlık, yorgunluk, sinir ifadesi yerleşir yüzlere. Saçlar parlak ve
sağlıklı görünmez. Temiz ama mat, kabarık, dağınık görünür. Giysiler temiz ama
eski, ikinci el, yamalıdır.
Nil öyle değildi, hiç olmadı. Herkesten
çok o gülerdi yetimhanede, saçları parlaklığını, yüzü zarifliğini
kaybetmemişti. Kırılgandı o, bir yetimin olmaması gereken şekilde.
Bazen Ladin Nil’in anne babasının aslında
ölmediğini düşünürdü. Sonuçta cenazeyi gören yoktu. Nil’e gereksiz bir umut
vermek istemezdi ama kendisi umudu kesmezdi. Umut yetimin can simididir. Umuda
sıkı tutunun ama onu içinizde tutun. Bir de sizin umutlarınızla uğraşamam:
Patron’un ikinci kuralı.
Kendilerine düşen bulaşıkları bitirdiler.
Bulaşık biter, dert biter. Bulaşığın varsa derdin var: Patron’un üçüncü kuralı.
Hiçbir kız bulaşığını bitirmeden serbest zamana geçemezdi ama bulaşığını bitirirsen
bütün hafta sonu serbestsin demekti.
Sanki anlaşmış gibi odalarına gidip
karşılıklı duran yataklarına oturdular. Sonra, ikisi de birbirlerini ilk kez
görüyorlarmış gibi birbirlerinin yüzlerini incelerken buldular kendilerini, ya
da son kez görüyormuş gibi.
Ladin, Nil’in yüzünde yetimhane
belirtileri aradı. Açık kahverengi saçları gayet parlaktı ve tepeden
gelişigüzel bir topuz yapılmıştı. Cildi kırışıksızdı. Ama gözlerine bıkkınlık yerleşmişti. Omuzları çökmüş, duruşu
kamburlaşmıştı. Dudakları memnuniyetsizlikle büzüşmüştü. Ladin’e bakmıyordu,
dalıp gitmişti. Yorgun gözüküyordu. Yetim gözüküyordu.
Ladin’in yüzü asıldı. İçini bir öfke
dalgası kapladı. Umut mu? Cidden mi? Yetimhane şimdiye kadar gördüğü en canlı
insanın bile içini emmişti. Nil’i bıkkınlaştırmanın imkansız olduğunu
düşünürdü. Yanılmıştı. “Umut falan yok.” diye mırıldandı.
Nil ne dediğini duyamasa da en iyi arkadaşının
mırıldanmasıyla daldığı dünyadan esas dünyaya, yetimhanenin bu can sıkıcı
odasına döndü. Ladin’le tekrar göz göze geldiler, Ladin bakışlarını kaçırdı. Öfkeli
gözüküyordu. Nil’e mi öfkeliydi? Yoksa kendine mi? Ya da belki, her zamanki yüz
ifadesiydi bu. Emin olamadı Nil. Hep bu kadar öfkeliydi de o mu fark etmemişti
acaba? İç çekti. Kendi sorunlarından onunla pek ilgilenmemişti ki.
Ladin’in henüz bir aylık bile olmadan
bırakıldığını biliyordu yetimhaneye. Anne ve babasının adlarını bile
bilmediğini ve Nil ailesinin yüzlerini anımsıyor diye çok eksik hissettiğini de
biliyordu. Ama Nil, merak edip de başka hiçbir şey sormamıştı Ladin’e.
Sorunlarıyla ilgilenilen hep Nil olmuştu. Nil birden rahatsız oldu bu durumdan.
Kendini kötü bir arkadaş gibi hissetti, öyle miydi?
İkisi de ne yapacaklarını bilemeden
otururlarken küçük odanın kapısı aralandı ve lüleli kestane rengi saçlarla
çevrelenmiş minik bir surat göründü. Patron sık sık ayak işlerini yaptırmak
için küçük kızları kullanırdı zaten.
“Merhaba.” dedi kız, rahatsız olmuş ve
utanmış görünüyordu, “Patron dedi ki, hemen gidip duş alacakmışsınız, yarım
saat içinde herkesi en iyi giysilerini giyinmiş bir biçimde yemekhanede
bekliyormuş.” Patron’un kendisine söyleyip de onun tekrar etmeyi unuttuğu bir
şey olup olmadığını düşündü ve ekledi: “Ayrıca odanızı da toplamalıymışsınız.”
Bu kısa konuşmanın ardından küçük kızın
yüzü kayboldu ve kapı kapandı. Ladin ve Nil şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.
“Pazar değil,” dedi Nil. “Bayram ya da özel gün değil,” diye devam etti Ladin.
“Yani diyorsun ki,” Ladin bu cümleyi de tamamladı:“Evet, Haberli Hayırsever.”
Yetimhanede özel durumlar dışında yalnızca
pazar günleri duş alınır, yalnızca özel durumlarda odaların toplanması emri
verilirdi. Özel durumlar gerçekten hoş
şeylerdi, yalnızca böyle günlerde duşta ılık su değil sıcak su olurdu, yalnızca
böyle günlerde yemekten sonra cidden güzel tatlılar verilirdi. Üstelik özel
durum demek, geleceğini önceden yetimhaneye bildirecek kadar planlı birinin
yetimhaneye gelmesi demekti. (Ki bu kişilere Haberli Hayırsever denirdi.
Yapacağı her şeyi haberli yapanları sevin. Hayırseverleri de sevin. Haberli Hayırseverleriyse
ikisinin toplamından daha çok sevin: Patron’un dördüncü kuralı.) Böyle kişiler
önemlidirler. Mutlaka yetimhaneye ya yüklü miktarda bağış bırakırlardı ya da
birilerini yetimhaneden kurtarırlardı.
Ladin her Haberli Hayırsever ziyaretinden
önce olduğu gibi yine Nil’in bu yerden kurtulacağını düşünerek umutlandı.
Kendini bunu düşünürken yakalayınca da Nil’e olan sevgisi arttı, Nil kendisine
umudu öğretmişti.
İki kız biraz heyecanlı, biraz düşünceli
duş almaya gittiler. İkisi de diğerine belli etmeden diğerinin evlat edinilme
olasılığını düşünüyordu. Ladin’in gitmesi pek olası değildi, kimse bu kadar
somurtkan, bu kadar soğuk, bu kadar çabuk olgunlaşmış bir çocuk istemezdi.
Nil’inse gitmesi an meselesiydi. Ladin
onu bu yetimhaneden kurtaracak olanın yetime benzememesi olduğunu ona da
söylemişti.
Aylardır ilk kez güzel giyinmiş olarak
yemekhaneye indiler. Havayı lezzetli yemek kokusu kaplamıştı. Yemeklerini
aldılar ve oturdular. “Gerçekten güzel kokuyor!” dedi Ladin ama yüzünde
herhangi bir sevinç ifadesi oluşmamıştı. Nil onun söylediği şeyi başıyla
onaylarken bir yandan da dolu ağzıyla konuşmaya çalışıyordu. “Son bur do todunu
ol!” Ladin anlamaz bakışlarla başını yana eğdi. Nil lokmasını yuttu ve tekrar
etti: “Sen bir de tadını al!” Ladin’in yüzünde küçücük, ufacık bir gülümseme
kırıntısı oluştu. “Çok sevdin sanırım.” Nil kocaman sırıttı. “Bundan her gün
verseler buradan gitmek istemezdim!”
Bunun üzerine Ladin tabağını onun önüne
itti. Nil şaşkınlıkla baktı. “Bana bunu yemeyeceğini söyleme!” Ladin’in
yüzündeki duygu çoktan kaybolmuştu. “Aç değilim. Sen de fazla zayıfsın. Hem,
madem çok sevdin, hazır fazladan bulmuşken ye haydi.” Nil tabağı Ladin’in önüne
geri itti. “En azından bir tatsaydın. Lütfen!” Bunun üzerine Ladin göz devirip
müthiş kokulu yemekten bir lokma aldı. “Sevdin değil mi?” Ladin Nil’in sorusunu
başıyla onaylayarak yanıtladı ve tabağı yeniden onun önüne itti.
Yemek kızların tabağı birbirlerinin önüne
itmesiyle geçti. İkisi de pes etmemekte kararlıydılar. Ama bir süre sonra bir
oğlan gelip de “Kimse yemiyorsa ben bu tabağı alabilir miyim?” deyince Ladin
pes etti. Ayrıca Nil’in ısrarı sonucu duygusuz bir yüzle de olsa yemeğe
bayıldığını itiraf etti. Nil’in “Duygusuz yüzmüş! Çok gıcıksın!” diye
bağırmasına da ses çıkarmadı. Oysaki amacı gıcık olmak değildi. Düşünmeye
başlaması ve Nil’le tanışması arasındaki bütün süre boyunca hayattaki amacı
yetimhaneden kurtulmaktı. Onunla tanıştıktan sonraysa amacı Nil’i korumak ve
kollamak olmuştu. Nil ona gerçek bir amaç vermişti. Haliyle yemeği sevdiğini
görünce, sadece o mutlu olsun diye kendi yemeğini feda etmişti. Gıcıklık olsun
diye değil. Kesinlikle değil.
Yemeğin sonuna doğru Patron geliverdi. Bir
masanın üstüne çıktı ve herkesin susmasını sağladı. “Sevgili evlatlarım!” diye
başladı. Hem Ladin hem de Nil bu adamın ne kadar yalancı ve aslında ne kadar sevgisiz
olduğunu düşünerek tiksintiyle titrediler. “Bugün, çoğunuzun da anlamış olduğu
gibi, bir Haberli Hayırsever’imiz var.” diye devam etti, “Çoğunuz bunu
anladınız çünkü çok zeki çocuklarım var. Çünkü sizi ben büyüttüm sevgili
çocuklarım. Ama tabii harika olduğum kadar mütevaziyim de, bu konuyla ilgili
övünmeyeceğim. Bugün, önünüze konan yemekle övüneceğim. Bunu, çok bonkör bir
hayırsever olan Haberli Hayırsever’imiz sağladı. İzninizle bu harika insanı
yanıma çağırmak istiyorum!” Patron susunca bir sessizlik oldu. Sonra, yemekhanenin
kapısında yetişkin bir kadın belirdi. Siyah bir takım elbiseyle sivri topuklu
ayakkabı giymişti. Açık kahverengi saçları kafasının üstünde son derece ciddi
görünüşlü bir topuz yapılmıştı. Yüzünde ciddi bir ifade vardı ama kesinlikle
sert bir ifade değildi bu. Sevecen bir ifadeydi. Nil onu daha önce gördüğü
izlenimine kapıldı birden. Etek yerine pantolon giymesi bile tuhaf bir biçimde
tanıdık ama üzeri buğulu bir anı gibiydi. Kadın Patron’a doğru yürüyüp hiç
çekinmeden masaya çıktı. Kendisine son derece doymuş ve minnettar bakan
çocukları görünce kocaman gülümsedi. Çok güzel bir gülümsemesi vardı. Ladin bu
gülümsemeyi tanıdığını düşündü. Ayrıca kadının yüz yapısını da tanıyordu. Kadın
sanki birine benziyordu, çok iyi tanıdığı birine, ama belki onun daha yaşlı
haline. Çok iyi tanıdığı biri… Ladin şaşkınlıkla gözlerini Nil’e çevirdi, sonra
tekrar masanın üstünden Patron’u indirip bir konuşma yapmaya başlayan kadına
döndü. Olabilir miydi bu?
“Çocuklar,” kadın konuşmasına alıştıkları biçimde
başlamamıştı. Çocuklar kelimesinin başına herhangi bir sıfat getirmemişti,
çocukları sahiplenmemişti de. Sevgili çocuklar, Çocuklarım, Canım çocuklarım,
Geleceğimizin yıldızı parlak yüzlü çocuklar, saçmalıkları yoktu. “Yıllar önce
bir yanlışlık sonucu, çok sevdiğim kızımı aldılar benden, bir yetimhaneye
bıraktılar. Kızıma da öldüğümü söylediler. Bu yüzden, yıllardır yetimhaneleri
geziyorum, kızımı arıyorum.” Kadın konuşmaya devam ediyordu ama Nil artık
duymuyordu. Kulakları uğuldamaya başlamıştı. Aklında kadının sesi
yankılanıyordu. Kızıma öldüğümü söylediler. Kızıma öldüğümü söylediler. Kızıma
öldüğümü söylediler. Öldüğünü söyledikleri o kız, Nil olabilir miydi gerçekten?
Ya da, bu kadın Nil’in… Nil gerisini getiremedi. Uğultu arttı, gözleri karardı.
Kadın konuşmaya devam ediyordu: “Yetimhaneleri
gezdikçe bu gezileri sadece yetimhaneye girip, kızıma bakıp, göremeyince
çıkarak bitiremeyeceğimi anladım. Yetimhanelerdeki çocuklar da benim kızım
kadar iyi bir aileyi hak ediyordu. En azından sıcak bir yetimhaneyi hak
ediyordu bu çocuklar. Bu yüzden bağış yap-’’ Konuşması bir çığlıkla bölündü. Kabarık
saçlı bir kız “Nil!” diye haykırıyor ve çaresiz bakışlarla yardım için etrafına
bakınıyordu. “Nil bayıldı!” Kadın masadan atladı ve doğrudan kabarık saçlı
kızın yanına koştu. “Başını boşaltın” Kimin? Ha, evet, Nil “Nil’in başını
boşaltın!” Herkes yavaşça çekildi ve sadece kabarık saçlı kız kaldı.
“Bir şey yapabilir misiniz?” diye sordu
kız endişeyle. “Doktorum ben, sakin ol. Adın ne?” “Ladin. Bu, en iyi Arkadaşım
Nil. Sanırım…” Ladin cümlesini tamamlamadı ve bakışlarını kaçırdı. Kadın
Ladin’in çenesini yakaladı ve kendisine bakmasını sağladı. “Sanırsın ne?” Ladin
yutkundu. “Sizin kızınız o. O yüzden bayıldı. Şaşkınlıktan. Sizin kızınız.”
Sonra ağlamaya başladı.
Nil kendini yorgun hissediyordu ama ağlama
seslerini duyunca kendini ayılmaya zorladı. Çok uğraşarak tek gözünü açtı.
Kadın, o kadın, hayır, herhangi bir kadın değildi o, annesiydi, annesi
başındaydı. Ve annesinin yanında da ağlayan bir kız vardı. O ağlayan kız Ladin
miydi? Ladin ağlıyor muydu? Hayretle diğer gözünü de açtı. Şimdiye dek asla
ağlamaz diye tanıdığı en yakın arkadaşı hüngür hüngür ağlıyordu! Hıçkırıklarının
arasında “Nil’in ailesi var!” “Amaçsız kaldım!” “Umutlarımda haklıymışım!”
“Bundan sonra yalnızım!” “Bugünkü yemekten hep yiyebilecek!” “Çok mutlu olacak,
gerisi önemsiz!” cümleleri duyuluyordu Ladin’in. Duygularının son derece
karışık olduğu belliydi. “Ladin?” diye fısıldadı Nil endişeyle. Ladin anında
ağlamayı kesip Nil’e baktı. “Uyanmışsın!” derken sesi titriyordu. “Ağlamanı
durdurma kapasiten çok etkileyici.” İki kız da birden dönüp Nil’in annesine
baktılar. Kadın omuz silkti. “Bakmayın
öyle. Etkileyici.”
Bunu duyunca Ladin birden bir kahkaha
patlattı. Nil aynı on dakika içinde ikinci kez yüzünde inanmazlık ifadesiyle
baktı Ladin’e. Yıllardır ilk kez kahkaha atmıştı. Kahkahası çok güzeldi
aslında. Başta alışık olmadığı için tuhaf başladıysa da o anda çok melodik, çok
neşeliydi. “Ladin!” diye bağırdı Nil ama Ladin devam etmesine izin vermedi. İki
elini Nil’in omuzlarına koyup “Biliyorum! Biliyorum!” diye bağırıyordu. Neyi
biliyordu, yıllardır ilk kez güldüğünü mü, nihayet Nil’in bir ailesi olduğu
konusunda umutlarının doğruluğunu mu yoksa az sonra Nil’in annesinin söylediği
şeyi mi? “Kızlar, adım Zeynep. Nil’in gerçek annesiyim ve şu anda ikinizi de
evlat ediniyorum!”
Patron’la işler hiç bu kadar hızlı
yürümemişti. Yarım saatten kısa sürede evlat edinme belgeleri imzalanıp
onaylandı ve Zeynep Hanım, artık ona anne diyorlardı, yeni kızlarını ellerinden
tutup evine götürdü.
Yeni evlerinde yalnız kaldıklarında Nil,
Ladin’e baktı ve “Bugün ben dalıp gitmişken bir şey mırıldanmıştın ya?” dedi.
Ladin bir an için düşündü ve hatırladı. “Evet, bir şey mırıldanmıştım.” Nil
meraka sordu: “Ne demiştin?” Umut falan yok, demişti Ladin aslında ama omuz
silkti. “Aptalca bir şeyler işte. Doğru değildi. Hiç doğru değildi.” Sonra da
kocaman sırıttı. Defne ÖZYURT 7-C
DONANMA KOMUTANI KAYIP BABAM
Klasik bir pazar sabahıydı. Annem her
zamanki gibi gazetelere bakıp babamın gelmesini bekliyor, “Yeni bir haber var
mı?” “Bulunan herhangi bir gemi var mı?” diye bakıyordu. Benim babam donanma
kaptanıydı. Bir yıl önce babamın sefere çıktığı gemi kayboldu. Öldü mü, kaldı
mı belli değildi. O günden beri annem böyle, tabii ben de üzülmüyor değilim.
Ben gitar dersine gidiyorum. Annem
götürüyordu. Bana çaktırmadığını düşünüyordu ama ağlıyordu. Artık yeni bir
araştırmayla babamı bulacağım, “16 yaşındaki bir kız nasıl kayıp bir gemiyi
bulabilir ki?” diye aklımdan geçirdim. Ama annemin bu kadar üzülmesi canımı
yakıyordu. Neden benim gibi duşta ağlamıyordu ki? İnsan içinde ağlamayı
sevmiyorum. O gün gitar dersinden sonra biraz araştırma yapmak için internet
kafeye gittim. 2 saat araştırma süresince hep aynı şeyleri buluyordum. Daha
önceden gördüğüm, duyduğum ve bildiğim şeyleri. Bizim okulda çok iyi bir inek
var. Yani bilgisayarlarla içli dışlı birisi. Tabii çalışkan da. Ona danıştım.
Bana yardım edebileceğini söyledi. Tabii 20 dolar karşılığında. Ne beklerdiniz
ki? Neyse, bana farklı kaynaklardan bilgiler buldu. Başarısı ilgimi çekti
doğrusu. Bu kaynaklar üstünde biraz araştırma yaptım. 3 saatlik araştırmadan
sonra gemiyle en son nereden bağlantı kurulduğunu buldum. En son ‘U.S.A DENİZ
KOMUTANLIĞI’ ile bağlantı kurmuş. Hemen oraya gittim, beni beklettiler çünkü
ziyaretçi olmak için bir sürü kontrolden geçmem gerekti. En sonunda girmeyi
başardım. Buraya en son 10 yaşımdayken gelmiştim. Ne kadar değişmiş! Neyse,
hemen oranın neresi olduğunu daha doğrusu hangi bölümde olduğunu bulmaya
koyuldum. Buraya 50 m uzaklıktaymış, yürümem gerek. 15 dakika sonra oraya
vardım. Beni tanıdılar. Tuhaf! Her neyse, onlara babamı sordum. Evet, bağlantı
kuran onlarmış, daha fazla detay aldıktan sonra çıktım. Elimde yeni bir bilgi
vardı. Babamla en son Kaliforniya’nın açık denizlerinde bağlantı kurmuşlar.
Şimdi eve gidiyorum, ama yarın okuldan sonra dalış kursuma gideceğim. Seviye
atlarsam Kaliforniya’da dalabilirim. Ertesi gün okuldan sonra dalış kursuma
gittim. Başlangıç seviyesinde olduğum için daha çok çalışmam gerek. 3 saat
daldım, sonra çıktım. Dalış kursuyla kıyıya giderken bir yandan da etrafı
izliyordum. Ama maviden başka bir şey yoktu. Arabadayken “Acaba bunu anneme
söylemeli miyim?” diye düşünüyordum. Ama sonra sürpriz olmasını istedim (Tabii
babamı bulursam). Saat 7:00 gibi üsse gittim. Biraz daha sordum, soruşturdum.
Birkaç küçük şey dışında bir şey bulamadım. Eve geldiğimde annem son zamanlarda
eve geç geldiğimi söylüyordu. Bundan biraz şüphelenmişti ama daha sonra bu
fikrinden vazgeçti. Yaklaşık 2 hafta sonra Kaliforniya’da dalacak düzeye
gelmiştim. Ve bunun için çok heyecanlıydım. Tabii profesyoneller bakmış, bir
şey bulamamış. Ama benim yine de bir umudum var. Kursla beraber daldığımızda
ben biraz uzaklaştım. Onlar kıyılara bakıyorlardı. Ben ise açık denize bir şey
düşmüş olabilir mi diye bakıyordum. 2 saattir dipteydim. Oksijen seviyeme
baktım. Olamaz! Seviyem %5 kalmış! Yukarı doğru yüzmeye çalıştım ama sonra her
şey karardı. Gözlerimi açtığımda karaya vurmuştum. Neyse ki tüpümü son anda
çıkarmıştım. Yoksa ölebilirdim. Etrafıma baktım. İnanamayabilirsiniz ama
yanımda kayaya vurmuş bir gemi vardı. Ayağa kalkmaya çalıştım, sonra da geminin
içine baktım. Canlı belirtisi yoktu. Ama bu onun gemisiydi! Benim ismimi
vermişti! Onu bulduğuma çok sevinmiştim. Buralarda bir yerlerde olmalıydı.
Avazım çıktığı kadar bağırdım. Kimse
yoktu, sinyal çekmiyordu. Anneme ulaşamazdım. Adada dolandım. Hava kararmaya
başlamıştı. Ateş yakıp biraz uyudum.
**********
Uyandığımda yemek bulmak için ormana
girdim. Burası ürkütücüydü. Ağaçlara tırmanmam gerekti. Dalış kursundan verilen
çakı ile yapabildiğim kadar dal kestim. Bu ada hayatına alışığım. Buna benzer
bir kampa gitmiştim. Ama 2 sene önce.
Her neyse. Tam 4 gün geçti ama ne uçak ne gemi ne helikopter vardı
görünürde. Burası unutulmuş bir adaydı. Yine yemek bulmak için çıktığımda
adanın diğer tarafından yükselen bir duman gördüm. Ağaçtan inip hemen oraya
doğru koşmaya başladım. Gittikçe kalbimin atışı hızlanıyordu. Yolu
yarılamıştım. Ama uyumam gerekiyordu. Ertesi gün tekrar yürümeye devam ettim.
Ve sonunda varmıştım! Etrafta bir sürü erzak vardı. Sonra omzuma biri elini koydu.
“Kayıp mı oldun evlat?” diye sordu. Arkamı döndüm. bu babamdı! Ona kocaman
sarıldım. Sakalları çok uzamıştı, sanki bir yerli gibiydi. Ama onu çok
özlemiştim. Onu defalarca öptüm. Ona onu özlediğimi söyledim. Biraz özlem
giderdikten sonra ekibini benimle tanıştırdı. Onlar sinyal bulmuşlar ve 1 saat
sonra bir helikopter gelecekmiş. Tam da zamanında gelmişim. Babama sarıldım ve
helikopter gelince evimize gittik. Annem kapıyı açınca yüzündeki ifadeyi asla
unutamayacağım. İşte o an ilk defa gülümsemişti. Ada ÖNÇAĞ 7-B
BENİM MUTLULUĞA YAPILAN YOLCULUĞUM
Ben; tipik, yuvarlak ve şu minik
akvaryumlarda yaşayan balıklardan biriyim. Evim, sade, evimde sadece ben
yaşıyorum ve evimin çok güzel bir manzarası var. Deniz ve kumsal hemen önümde.
Tabii ne zaman oraya doğru oraya yüzsem görünmez bir kalkana çarpıyorum. Her
gün sabah kalktığımda sahibim evimin içine yemek atıyor ve evim kirleniyor. Ben
de buna dayanamıyorum. Bu yüzden başlıyorum onları yemeğe... Sonra bir büyük,
bir de küçük kız bana: “Günaydın!” diyorlar. Ne hoş. En azından bana hoşgörülü
davrananlar var. Bazen yaşadığım ortama yabancı insanlar geliyorlar.
Parmaklarını evime sokuyorlar ve bu da yetmezmiş gibi bana laf atıyorlar. Onlar
benim dilimi anlasalardı, ben onların davranışlarını o zaman görürdüm. Neyse,
bu iki kızlardan küçük olanı okul dedikleri şeye gitmeden evimi kirletir. Yine
yemeğe başlarım... Resmen bana kilo aldırıyorlar. Vallahi diyete giremiyorum.
Sonra uzun bir süre kendimi dinliyorum. Denizde yüzmeyi düşünüyorum. Belki o
zaman ilk kez gülebileceğim, mutlu olabileceğim. Annem, babam ve 24 kardeşimin
yaşayamadığı özgürlüğü yaşamak istiyorum ama sahibim eve gelip siyah tabloyu
bir düğmeye basarak açınca, 1 saat boyunca haber izlerken bir de ne göreyim?
Atalarımı insanlar denizden çıkarıp öldürüyorlar. Bir de sahibimi birkaç kez
evde atalarımı ateşe atarken gördüm. Sonra da onları yediler. İyi ki bana
aynısını yapmıyorlar. Böylece tüm umutlarımı yitiriyorum. Ertesi gün yine aynı
şeyi düşünüyorum. Ne de olsa bazı şeyleri çabuk unuturum. Sahibim evde
haberleri izler, sonra evimi kirletir, ben daha temizliğimi bitirmeden beni
karanlığa bırakır.
Karanlıkta temizlik yapmak çok zordur! Ben
mışıl mışıl uyurken bazen birden birisi ışığı yakar, su içer ve beni
karanlıkta, uykusu kaçmış bir balık olarak bırakır. Haydi, şimdi uyu
uyuyabilirsen. Evimde daireler çizmeğe başlıyorum. Sonra sabah güneşi doğuyor,
aynı şeyler oluyor. Hayatımda arada sırada bir aksiyon oluyor, o da evimden
beni diğer evime geçirirkenki şelale atlayışım. Şu küçük olan kız yıllar sonra
genç kız oldu. Sürekli bana bakmaya başladı. Kendi kendine bir şeyler
mırıldanıyordu ama ne dediğini anlamıyordum. Sonra her yıl bana ilkbaharda
parti yaparlar. En azından onlar öyle düşünüyorlar. Bence bu bir saçmalık ama
bu saçmalık sayesinde özgürlüğe kavuştum. Küçük kız uyumadan ve beni karanlıkla
baş başa bırakmak yerine evimi ve beni aldı. O kumsalda yürüyor, ben de
kollarında uçuyordum. Deniz kıyısına geldiğimizde bana fısıldayarak: “Özgürlük
senin temel hakkın. Senle yaşamak ne kadar ilginç olsa da senin üzgün olduğunu
sezinliyorum. Seni çok seviyorum. Şimdi, yeni yaşamında sana mutluluklar.” dedi
ve beni hayalime kavuşturdu. Onu unutmam imkânsız. Şimdi o deniz kıyısına
sadece 2 kilometre uzaklıkta bir kayalıkta 17 çocuğumla yaşıyorum. Yıllardır ilk
kez gülümseyebiliyorum. Çünkü özgürüm! Elif Tuna KARAPINAR 7-B
BELKİ YILLARDIR İLK KEZ GÜLÜMSEDİ…
Sevda Hanım yine hüzünle uyandı o sabah eşi
Deniz Bey gibi. Canlarından çok sevdikleri biricik kızları amansız bir
hastalığa yakalanmıştı. Kalp yetmezliği… Oysaki Ela bu duruma inat her sabah
hayata yeni bir umutla uyanıyordu. Yine o gün büyük bir umutla açtı gözlerini
yeni başlayan güne. Başında duran hemşire seruma ilaç takıyordu her zamanki
gibi. Ela bu hemşireyi çok seviyordu çünkü diğerleri gibi ona acıyarak değil
sevgi dolu gözlerle bakıyordu Ela’ya. Merve Hemşire’nin gözlerindeki ışık,
yüzündeki tebessüm yaşama sevinci veriyordu ona. Her sabah yüreğinden gelen
sesle ona günaydın demesi Ela’nın güne daha mutlu başlamasına neden oluyordu.
Annesi ve babası dışarı hava almaya
çıkmıştı. Ela meraklı gözlerle annesini ve babasını ararken bir yandan da hemşireye
soruyordu:
- Merve abla, bugün dışarı çıkabilir miyim,
lütfen?
Sorunun cevabını bildiği halde, her gün
soruyordu büyük bir umutla. Hemşire kafasını salladı. Ela bunun hayır anlamına
geldiğini biliyordu. O sırada annesi ve babası odaya geldi, zaten hemşirenin de
işi bitmişti. Annesi Ela’ya üzüldüğünü göstermemek için büyük bir gülümseme
yerleştirdi yanaklarına ve sordu:
- Bugün nasılmış benim güzel kızım?
Ela esneyerek iyi diye bağırdı. Ela anne ve
babasına söylemedi fakat bugün içinde güzel bir şeylerin olacağını
hissediyordu. Ama bunu kendi içinde saklamayı tercih etti.
Babası haberleri izlemek için televizyonu
açtı. Annesi eline bir kitap alıp koltuğun kenarına oturdu. Ela’nın canı
sıkılmıştı. Arık ne televizyon izlemek, ne kitap okumak, ne de pencereden
dışarı bakmak istiyordu. Bu dört duvar arasında canı çok sıkılmıştı artık. Saat
bire yaklaşırken kapı çalındı ve hızla içeriye doktor bey girdi. Heyecanlanınca
kekelediği için Ela ve ailesi önce ne demek istediğini anlamamışlardı. Daha
sonra doktorun söylediklerini annesi anlamış olacak ki sevinçten gözlerinden
yaşlar boşalmaya başladı. Ela içindeki hissin boşa çıkmadığını anlamıştı ve çok
mutlu olmuştu. Anne ve babasını ilk defa bu kadar umutlu görmüştü çünkü. Doktor
bir iki gün sonra Ela’ya nakledilecek kalbin geleceğini söyledi ve Ela’yı kalp
gelir gelmez ameliyata alacaklardı. Ela bunun için çok heyecanlıydı.
Büyük gün geldi çattı fakat doktor kalbin
gelemeyeceğini gidip kendilerinin almaları gerektiğini söyledi. Babası Deniz
Bey, o kadar çok umutlanmıştı ki doktordan haberi duyar duymaz yola çıktı.
Annesi ve Ela’nın hastanede artık Deniz Bey’in getireceği kalbi beklemeleri
gerekiyordu. Annesi çok mutluydu, Ela da öyle…
Bir gece yarısı hastanede telaşlı sesler
yükselmeye başladığını duydu Ela. Yarı uyanık yarı uykuda olduğu için rüya
gördüğünü sandı fakat annesinin de uyandığını görünce bir şeyler olduğunu
anladı. Annesi ilk önemsemedi bu sesleri, sonuçta hastaneydi burası, her şey
olabilirdi. Ancak doktorları hızla içeri girdi ve Ela’yı ameliyata hazırlayın,
dedi ve anladılar ki babası kalbi getirmişti. Annesi çok mutluydu kızı
kurtulacağı için. Ela ise babasını merak etmişti. Acaba neredeydi kahraman
babası. Bunu doktora sorduğunda, doktor :
-Önce
ameliyata girmemiz gerekiyor diyerek, Ela’yı cevaplamaktan kaçındı.
Ela sedye ile ameliyathaneye ilerlerken,
annesi acı haberi doktordan öğrenmişti. Deniz Bey kızını kurtaracak kalbi
getirirken büyük bir trafik kazası geçirmişti. Annesinin gözlerinden yaşlar
boşalmaya başladı haberi duyduğunda. Donup kalmıştı sanki onun için hayat.
Ela’nın bir an önce ameliyata girmesi gerekiyordu fakat o inatla kafa
sallıyordu ameliyathanenin önünde çünkü babasını görmek istiyordu. Doktor
Ela’yı babanı ameliyattan sonra görürsün diyerek zorla ameliyathaneye soktu.
Ela’nın ameliyatı çok başarılı geçti fakat babasının ameliyatı öyle olmadı.
Gittikçe ağırlaşan kalp atışları bu mücadeleye dayanamadı ve durdu. Doktorlar
ne yaparlarsa yapsın babası bu hayata gözlerini yummuştu. Bir daha geri
gelmeyecekti.
Doktor bu
haberi ailesine nasıl söyleyeceğini kara kara düşünüyordu. Fakat bilmek onların
da hakkıydı, ağır adımlarla Ela’nın odasına ilerledi. Ela babasının trafik
kazası geçirdiğini ameliyattan çıkınca öğrenmişti ama o babasının iyileşeceğini
düşünmüştü. Babası da kendisi gibi hayata onlar için tutunmalıydı ona göre. Ela
büyük bir heyecanla sordu:
- Eee, babam nasıl? Onu görebilecek miyiz?
dedi. Doktor üzüntüyle kafasını iki yana salladı hayır, o artık aramızda değil.
Annesi ve Ela bu haberi duyunca çılgına döndüler. Bu odadan gözyaşı hiç eksik
olmadı.
Babasına karşı son görevlerini yapma günü
gelmişti. Ela annesine dönerek:
- Bak anne, benim hayata dönmemi bir
insanın bağışladığı kalp sağladı. Bence biz de babamın organlarını
bağışlamalıyız. Böylece babam bir çok insana hayat vermiş olacak. dedi. Annesi
kızının bu kadar duyarlı olduğunu görünce duygulandı ve
- Neden olmasın tatlım? dedi ve birlikte
bunu doktorlarla konuşmaya karar verdiler. Doktorlar bu fikri onayladılar ve babasının
organları başkalarına hayat verdi.
Ela artık
hastaneden taburcu olabilirdi. Annesi eşyalarını toplarken kapı çalındı.
İçeriye bir genç ve bir yaşlı teyze girdi. Ela babasını gördüğünü sanmıştı.
Haklıydı da, babasının yüzü bu gence nakil olmuştu. Genç ve annesi de onlara
teşekkür etmeye geldiklerini söyleyip çıktılar. Ela annesine bakarak:
- Anne, her ne kadar babam yanımızda olmasa
da o gence bakınca babamın gözlerini gördüm. Uzun zamandır bana bakarken hiç
güldüğünü görmemiştim babamın. Belki yıllar sonra ilk kez
gülümsedi babam bana.
Derken gözlerinden yaşlar süzülmüştü… İrem ÖNAL 7-C
BELKİ YILLARDIR İLK KEZ GÜLÜMSEDİ…
Kuzey Kutbu’na araştırmaya giden kızlı
erkekli sekiz on bilim adamı uçaktaydı. Bir anda uçak sarsılmaya başladı. Uçak
düşüyordu. Bütün yolcular panik içindeydi. Ne yapacaklarını bilemeyen
bakışlarla birbirlerine bakıyor, telaşlı talaşlı bir şeyler konuşuyorlardı.
Genç bir kadın, genç bir adamın yanına yaklaştı. Elini tuttu ve gülümsedi. Adam
da aynı karşılığı verdi. Gençlerin bakışlarında ne telaş ne de hüzünlü bir
elveda vardı. Birbirlerine umut dolu bakışlarla bakıyorlardı yalnızca.“Dikkat,
dikkat! Sayın yolcularımız uçağımızın kontrolünü yitirmiş bulunmaktayız. Lütfen
panik yapmayın ve koltukların altına çömelin.” Anonsun sesini duyan yolcular
söyleneni yaparak koltukların altına eğildiler. Genç kadın ve adam gene
bakıştılar. Kadın “Bu projeyi aylardır devam ettiriyoruz. Ancak sana seni
sevdiğimi söyleme fırsatını bir türlü bulamamıştım. Seni seviyorum.” Genç adam
da aynı düşünceler içindeydi. Ondan onu ilk gördüğünden beri hoşlanıyordu.
Ancak bir türlü kendinde bunu dile getirme cesareti bulamamıştı. Her ne kadar
sevdiği insanın ondan hoşlandığını bilmek güzel bir duygu olsa da bunu ona ilk
kendi söylemek istiyordu. Bir yandan birazdan öleceğini düşündüğü için ve ilk
adımı atamadığı için üzüntü duyuyor, bir yandan da kalbi sevinçten
tutuşuyordu.
Genç kadın uyandı. Klasik bir hastane
odasındaydı. O anda hemşire odaya girdi ve genç kadına gülümsedi. Genç kadın
neler olduğunu sordu. O da kazadan ucuz kurtulduğunu, yoğun bakımdan çıkalı
birkaç saat olduğunu söyledi. Ölmediği için çok şanslıydı. Genç kadın genç
adamı sorunca hemşirenin yüzü birden asıldı. Genç adam bitkisel hayata geçmiş.
Tekrar hayata dönme olasılığı çok azmış. Yeni kavuştuğu sevgilisi için çok
üzülen kadın merakla adamın odasına gitti. Saatlerce odada başında bekledi.
Böyle yaşayamayacağını anlayan kadın hayatını genç adama adamaya ve o
uyanıncaya kadar yanında olmak istedi. Bu yüzden hayatını adama göre düzenledi.
Kariyerini bıraktı ve yıllarca sabah akşam hastanede kaldı. Adamı dışarıda
dolaştırdı. Her akşam kitap okudu. Eğer bitkisel hayatta olmasaydı yapacağı,
yapabileceği her şeyi onunla birlikte yaptı.
Bir gün hastane odasındayken genç adam gözlerini
açtı ve sevgi dolu gözlerle kadına baktı. Bir süre birlikte bakıştılar. Sonunda
genç adam ağzını açtı: “Seni seviyorum”. Ardından kalp ritmleri yavaş yavaş
azaldı… ta ki durana dek. Genç kadın dışarı çıktı ve belki yıllardır ilk defa
gülümsedi. Evet, sevgilisi ölmüştü ama severek. Son anlarında onunla
olabilmişti. Genç kadın içini çekti ve yoluna devam etti. İpek Janset KEBAT - 7/C
ARKADAŞLIK İÇİN BİR UMUT
Merhaba, benim adım Çağla. 16 yaşındayım ve
özel liseye gidiyorum. Okullar açıldı. Maalesef liseye mutlu ve heyecanlı
başlayacağım söylenemez çünkü yaz tatilim o kadar berbat geçti ki! En yakın
arkadaşım saydığım Merve ile kavga ettik. Bu nedenden dolayı artık kendimi o
kadar güvensiz ve boş hissediyorum ki
ruhum derin yaralar almış durumda.
Canım ailem beni bu durumdan kurtarmak için
çaba veriyor, ellerinden geleni yapıyorlar ama olmuyor. Çok yalnızım, umutsuzum,
sanki bir daha iyi olamayacakmışım gibi geliyor. Üstüne üstlük Merve ile aynı
lisedeyiz. Sabah, okul servisi geldiğinde dışarıda
bekliyordum. Servisin kapıları açıldı ve bindim. Yerim olan cam kenarına
geçtim. Hava yağmurluydu. Sanki inadına herkes arkadaşlarıyla konuşuyor ve
eğleniyordu. Ben tam tersine camdan aşağı süzülen yağmur damlalarına
bakıyordum. Liseye varmıştık. Kapıyı açıldı ve içeri girmeye başladık. Koridordan
geçerken herkesin benim hakkımda fısıldaştıklarını duyabiliyordum çünkü
normalde ben böyle bir insan değildim. Merdivenlerden çıktım ve sınıfa doğru
ilerledim. Kapıdan içeri girdiğim anda Merve’yi gördüm. Şansa bak! O da beni gördüğüne pek mutlu olmadı. Sınıfta
sadece ikimiz vardık, saat daha 8.15’ti ve okul 9.00’da başlıyordu. Sırama
doğru ilerledim. Onun yüzüne bakmamaya çalışıyordum. Onunla aynı sınıfta,
lisede bile olmak istemiyordum artık. O da zaten aynı fikirde görünüyordu ve
sınıftan çıktı. Şu uzun dakikalardan sonra ders başladı ve hoca içeri girdi.
Onunla birlikte bir çocuk daha geldi. Büyük ihtimalle yeni gelen
öğrencilerdendi ve bizim sınıfa gelmişti. Adı Adalet’ti. Okula yeni gelmiş biri
olarak pek utangaç gözükmüyordu. Ders bitti ve teneffüs başladı. Birkaçı dışarı
çıktı ve birkaçı sınıfta kalıp Ömer’le konuşmaya çalıştı. Ben ise sıramda kitap
okumaya çalışıyordum. Sonra herkes bir anda dışarı çıkmaya başladı ve Adalet
yanıma geldi. “Hey, sen neden burada oturuyorsun?” dedi. “Boş ver!” dedim. Ne
de olsa bunları yaşamamış bir insan anlayamazdı değil mi? Ama zaten diğer
insanlara benzemiyordu. Bir iki kere sorup ben cevap vermek istemeyince
bıraktı. Ama hâlâ benim hakkımda biraz endişeli görünüyordu. Ben de ona anlattım.
Aslında ona anlatınca, Merve ile aramızdaki anlaşmazlığın biraz saçma olduğunu
anladım ama hata bende değildi. Ben ciddi biriydim. Sorun buradaydı. O dünyayı
çok tozpembe görürken ben ise normal
görüyordum. Yaz tatilim bu yüzden mahvoldu. Benim yerime başkasını tercih etti.
Ama eğer arkadaş olacaksak beni olduğu gibi kabul etmesi gerekmiyor muydu?
Aklım çok karışıktı. Belki benden özür dileseydi ve hatasını kabul etseydi
dostluğumuz için hâlâ bir umut olabilirdi. Ama hayır, o kabullenmedi. Yemekte
Adalet başkalarıyla oturdu, ben ise yalnızdım. Asıl sorun Merve de öyleydi.
Demek o da benim gibi üzgündü. Olması gerekiyordu. Aradan 3 gün geçti. Yine ya yalnız
takılıyordum ya da Adalet ve diğer arkadaşlarla takılıyordum. Merve hâlâ
yalnızdı ve çok üzgündü. Ben ise hala bir arkadaşlık için umut görüyordum ama
onun özür dilemesi şartıyla. Yemek saatinde yemeğimi alıp masaya oturdum. Hiç
tahmin etmediğim bir şey oldu…
Merve yanıma geldi ve konuya hata yaptığını
söylemekle başladı. Onun yaptığı hata değildi, onun seçtiğiydi. O anda, nedense
barışmak yerine kavga etmek istemiştim. Masada donup kaldım. Benden özür
diledi. İnanılmaz! Aslında pek öyle değildi. Aklımdan bir sürü şey geçiyordu
ama bir türlü ağzımdan çıkmadı. Ben sessiz dururken o hala özür diliyordu. Ne
diyeceğimi bilemedim. Onun gerçekten durdurmak istemiyordum ama ne zaman
duracağını da merak etmeye başlamıştım. En ciddi yüz ifademi gösterdim.
Gerçekten çok üzgündü ve eğer onunlar barışmazsam sanki ağlayacaktı. Ne de olsa
birbirimizi yakından tanıyorduk. En sonunda “Tamam yeter, cidden!” dedim. Evet!
Hala bir umut olduğunu biliyordum! Her ne kadar içimde karanlık ve soğukluk baş
gösterip çiçekler açıp kelebekler uçsa da bunu belli etmedim. “Tamam, özrünü
kabul ediyorum.” dedim. “Evet! Biliyordum hala bir umut olduğunu!” dedi. Vay
canına! Demek o kadar farklı değildik. İlk defa hayatımda bu kadar içten
gülümsemiştim. Gerçi ilk defa demekle biraz abartmış olurum ama mutluydum.
Artık yeniden eski gibi arkadaştık. Selin ÜLKEN 7-A
ÖLMEDEN ÖNCE YAPMAM GEREKEN YÜZ ŞEY
Ben bir inekten süt sağacağım, ben yabancı
bir ülkede bağıra bağıra Türkçe şarkı söyleyeceğim. Ben bir maçı rakip
tribünden izleyeceğim. Ben ben ben…
- Ekin dersi dinle.
Öffff, bir hayal kurdurtmadınız diye
geçirdim içimden. Hani insanın çok sıkıldığı anlar vardır ya. Hani hiçbir şey
yapmak istemediği. İşte tam o anlardan birinde sıkışıp kalmıştım. Canım ne
kitap okumak istiyor ne de dersi dinlemek. Ne camdan bakmak istiyorum ne de
arkadaşımla konuşmak. İşte böyle sıkıntılı ve çaresiz bir an yaşıyordum. Ben
böyle anlarda genellikle hayal kurmayı tercih ederim. Ama bu hayaller benim
yaşımdaki normal kızların kurduğu hayallere benzemez. Yarın ne giysem, nereyi
gezsem, kiminle sevgili olsam veya vizyondaki hangi filme gitsem türünden
hayaller değildir. Benim kurduğum hayaller, bilirsiniz işte, içinde daha çok
macera barındıran, sıradan hayallerdir. İşte o anda tam bu hayallerden birine
dalmıştım ki öğretmenimin sesi ile ilkindim.
- Ekin dersi dinle.
Ne kadar anlamsız ve saçma bir sözdü. Ona
bir zararım yoktu. Dersi de bölmüyordum. Üstelik dinlesem bile asla kafama
girmeyecekti. Eve sıkkın sıkkın giderken aklıma şahane bir fikir gelmişti.
Hayallerimden yola çıkıp ölmeden önce yapmam gerek 100 şey adında bir liste
oluşturacaktım. Durup dururken yangın butonuna basıp kaçmak, bir ay hiç evden
dışarı çıkmamak veya buz gibi bir havada denize girmek gibi saçma sapan bir
sürü şeyin yazdığı 100 maddeden oluşan bir liste.
İşte şu anda elimde o liste duruyor.
Önümde. Tam dizlerimin üstünde. Çok acı. Zar zor okuyorum. Kavanoz dibi gibi gözlüklerimle
yarı kör bir durumda kâğıda bakıyorum. Bir madde, sadece bir madde. Tüm
hayatını bu saçma listeyi bitirmek için adamış, doksan yaşına gelip bir maddesi
kalmış bir kişiden bahsediyoruz. Hayatımda düştüğüm en kötü durum. Hele ki kâğıtta
yazan son maddenin yaşlı bir insana göre atom parçalamaktan daha zor bir şey
olduğunu düşünün. Evet zor. Hem de çok zor. Kâğıttaki son madde benden şişme
oyun alanlarında, hani şu zıplamak için olan, zıplayarak tepeye değmemi istiyor.
Bacaklarım daha benim yürümeme izin vermezken nasıl olur da beni
zıplatabilirler ki? Hem de çok iyi zıplayıp tavana değmem gerekirken, üstelik
yarın kalktığımda kendimi hayatta bulabileceğimin güvencesi bile yokken. Bunu
nasıl başarabilirdim ki? İçimde en büyük silah olan umut varken, sona bu kadar
yaklaşmışken pes edemem. Vazgeçemem. Umudumu yitirip ölmektense, hayatımda tek
umudum olan listeyi bitirmeye çalışırken ölmeyi tercih ederim. Evet, kararımı
vermiştim, bu işi kafama koymuştum. Umudumun ve hayallerimin peşinden
gidecektim.
Ertesi günü erkenden kalktım. Ayaklarıma,
ellerime baktım. Yaşasın, yırtmıştım, bugün de yaşıyordum. Bu listeyi bitirmek
için belki son günümdü ama sonuçta bir günüm vardı ve ben riske giremezdim.
Listeyi tamamlamak için elimden ne geliyorsa yapacak, o tavana değecektim.
Erkenden bir oyun alanına gittim. Erken gittim çünkü kimse insanlara veya
çocuklara rezil olmak istemez. Oyun alanının kapısında duran görevli insanlar
beni görünce şaşırdı. E haklı tabii, nihayetinde buraya gelen normal insanların
elinde veya yanında bir çocuk bulunur. Bu yüzden durumu onlara izah ettim.
Listeden ve 100 hayalden bahsettim. Tabii ki hepsi bunu çok saçma buldu ama kim
yaşlı bir insanı kırabilirdi ki? Trambolinin üstüne çıktım, var gücümle
zıpladım. Ancak benden bir tane daha olsaydı tavana değebilirdim herhalde. Trambolinin
altına kalın bir tahta parçası koydular, böylece tavana daha yakındım. Zıpladım
ama yine olmadı. Oyun alanını daha çok şişirdiler böylece hem tavana biraz daha
yaklaşacağım hem de bir zıplayışta daha yukarı fırlayacaktım. Zıpladım. Oldu.
Tavana değdim. Kendimi yere attım ve “İnanmıyorum, başardım, ben bu listeyi
tamamladım.” diye bir çığlık attım. İddiaya varım ki tekerleği bulan insan bile
bu kadar çok sevinmemiştir. Belki yıllardır ilk kez gülümsedim. O anda hem o
kadar zıplamaya dayanamamış kalbimin güm güm atmasından hem de sevinçten olsa
gerek bayıldım. Mutluydum çünkü listemi tamamlamıştım, ölecektim çünkü yaşımı
tamamlamıştım, ölmüştüm çünkü Azrail’i görmüştüm. Sude BALCI 7-C
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)