15 Aralık 2013 Pazar
SEN OLMASAYDIN
Sen olmasaydın ailem
Hayat…
Sanki çiçeksiz bir bahar,
Sanki dondurmasız bir yaz,
Sanki şekersiz bir bayram
Gibi olurdu benim için.
Sen olmasaydın ailem
Hayat…
Renksiz bir gökkuşağı,
Salıncaksız bir park,
Kuyruksuz bir uçurtma
Gibi olurdu benim için.
İyi ki varsın annem
İyi ki varsın babam
Benimle süslendi
Benimle şenlendi
Size de hayat.
İrem ÖNAL
7/C
13 Aralık 2013 Cuma
BEKLEYEN DERVİŞ MURADINA ERMİŞ
Merhaba. Ben bir kalemim. Sakın kendinizi deli sanmayın. Siz beni sorgulamadan önce ben size hayatımı anlatayım.
Ben ağaçtan ve kalemin yazmasını sağlayan uçla dünyaya geldim. Sonra bir kırtasiyeye götürüldüm. Tabii sadece ben götürülmedim. Başka kalemler vardı. Hepimiz aynı ağaçtan ve aynı uç cinsinden yapılmıştık. Kardeş gibiydik ama hiçbirimiz birimizi tanımıyorduk. Kırtasiyecide beklerken birbirimizle tanışma fırsatı bulduk. Kiminle iyi anlaştıysam hepsi gitti. Nereye gittiler bilmiyorum. Onlar giderken mutluydu, ben ise üzgündüm. Çünkü hepsi iyi arkadaşımdı. Böylelikle satın alınmanın kötü bir şey olduğunu düşünmüştüm ama her gelen müşteride kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyordu. Hep bir beklenti içerisindeydim. O zaman anladım ki satılmak istiyordum. Bu beklenti tam bir yıl sürdü. Bütün arkadaşlarım gitmişti. Yalnız ben kalmıştım ama bir gün ben de satıldım ve arkadaşlarım gibi kırtasiyeden uzaklaştım. Bu sefer ben mutluydum. Bekleyen derviş muradına ermiş sözü beni ifade ediyor. Bir kız beni aldı. Sahibim diye söylemiyorum, çok güzeldi. Her genç kız gibi okula gidiyordu. Beni hep sınavlarında kullanırdı. Ben onun şanslı kalemiydim. Benimle işi bitince kalem kutusuna koyar, diğer kalemlerle yalnız bırakırdı. Kalem kutuyu sevmezdim. İçi çok karanlıktı ve uçlu kalemler vardı.Onlardan nefret ediyordum. Hala da ediyorum. Çünkü kendilerini bir şey sanıyorlar. Kurşun kalemlere, yani bize, şöyle hava atarlar:
- Biz hiç tükenmeyiz. Ucumuz biter, yine kendimize uç koydururuz ama siz yazar yazar bitersiniz. Ne kadar sinir olsam da doğru… Aslında kurşun kalemlerin insanlar gibi bir döngüsü var. İnsanlar, yaşar yaşar ölür. Kurşun kalemler, yazar yazar biter.
Ben de son yazımı yazıyorum. Beni kırtasiyeden alan o genç kıza teşekkür etmek istiyorum. Sonuçta beni bu duruma getiren o genç kız…
Derin GÜNER
7-C
12 Aralık 2013 Perşembe
PEMBE MİKROFON
Merhaba! Ben her ne kadar çok bebeksi olsa da üstü pembe ışıltılarla kaplı olan mikrofon. Şahsen benim işim ünlü şarkıcının sesini dünyaya duyurmak. Tabii bunu yaparken en yakın arkadaşlarım olan hoparlör ve mikrofon ayaklığı da bana yardım ediyor. Sahibim olan ünlü şarkıcı ile dünya turnelerine çıkıyoruz ve bu turnelerde birçok insanla tanışıp birçok ülkeyi geziyoruz.
Her ne kadar hatırlamak istemesem de size o olayı anlatacağım. O olay sırasında İspanya’daydım. Yine eğlenceli, bol danslı, değişik kıyafetli ve fazla çığlıklı bir dünya turnesiydi. Sahibim her zamanki çok güzel giyinmişti. Saçları ve makyajı yapılıyordu. Aynı zamanda garip sesler çıkarıyordu. Hala anlamıyorum niye bu sesleri sahnede çıkarmıyor ki? Bu sırada en yakın arkadaşlarım olan mikrofon ayaklığı ve hoparlör sahneye taşınıyordu. Taşınırken beni görmüş olmalılar ki bana “Hey mikrofon!” diye bağırdılar. Ben de onlara “ sahnede görüşürüz” dedim. Aslında en yakın arkadaşlarım olmalarına rağmen kendimi onlardan üstün görüyordum. Çünkü ben olmasam bu konserler gerçekleşmezdi. Ben bunları düşünürken sahibim beni aldı. Sahneye çıkacaktık. Açıkçası çok heyecanlıydım. Özellikle hayranların sesini duydukça daha da heyecanlanıyordum. En sonunda asansör yardımıyla sahneye çıktık. Gayet güzel gidiyordu konser. Ta ki ses kesilene kadar… Ses kesildiği zaman şöyle bir yukarı baktım, yani sahibime. Sesi kısılmış olabilirdi ama hayır! Yan tarafa baktığımda hoparlörün ağladığını gördüm. Bozulmuştu! Buna karşı seyircilerden “Üff”, “Yaa”, “Aaaa” gibi yakınmaları da duydum ve onlara baktığımda bazıları üzülmüş, bazıları da meraklı bakışlarla tamircilere bakıyorlardı. Tamircilerin gelmesine sevinmiştim. Büyük bir sorun yoktu sonuçta. Arkadaşım hoparlör gülüyordu çünkü düzelmişti. Artık konser bitmişti ve çok alkış almıştık.
Ben bu olayı her hatırladığımda kötü oluyorum. Çünkü kendimi çok üstün görmüştüm. Ama artık anladım ki biz bir ekibiz. Birimize bir şey olursa herkese olmuş demektir. Son olarak bu olaydan sonra şu cümleyi çok kullanmaya başladım. “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!”
Elif CERYANSUYU
7-C
11 Aralık 2013 Çarşamba
BİR GÜNLÜĞÜNE KÖPEK OLSAM!
Sabah erken saatte sahibim beni dolaştırıyordu. Ben bir Alman kurt köpeğiyim. Sabah dolaştıktan sonra eve gidip bana yemek ve su verdi. Sahibimi çok seviyor, onu annem gibi görüyorum. Benim yaşıma yakın olan sahiplerimi kardeşlerim olarak görüyorum. Bir beş dakika sonra kardeşlerim aşağıya inip masaya oturdular. Üstlerinde okul kıyafeti vardı; ne yazık ki gene bütün gün boyunca onları özleyeceğim. Bir on dakika sonra onların okul servisleri geldi. Kardeşlerim gittikten sonra önce babam sonra bir de annem işlerine gittiler ve ben evde yine yalnızdım. Biraz kendimi oyalamaya çalıştım ama bundan cok sıkılmıştım. Sonra yan komşumdaki arkadaşımın yanına gitmeye karar verdim. O arkadaşım aynı benim gibi bir Alman kurt köpeğiydi. Beraber oynadık ve cok eğlendik fakat cok yorulduğumuz için ikimiz de eve gidip uyuduk. Uyandığımda kardeşlerim okuldan geri gelmişlerdi. Hemen onların yanına gidip onlarla oynadım. Sonra beni dışarıya çıkarıp gezdirdiler ve yeniden eve geldik. Ben o kadar yorgundum ki eve geldiğimizde hemen uyuyakaldım.
Celine İdil ZANDERS
7-B
MAKYAJ MALZEMESİYİM!
Merhaba! Ben kadınların acil durum çantası olan makyaj malzemesiyim. Renkli ve parıltılı bir yapıya sahibim ve aynanın karşısında yaşıyorum. Sahibim beni her yere götürüyor. Hah! İşte ışık yandı. Uff! Sanırım buraya geliyor. Giysilerini giydi ve kahvesini içip dibime geldi. Onun ağzına, burnuna sürülmek istemiyorum ama yapacak bir şey yok. İlk başta rimelimi alıp beni kirpiklerine sürtmeye başladı. Ondan sonra da ağzına götürdü beni. Ağzı iğrenç kokuyor… Sonunda bitti diyeceğim ama gün daha yeni başlıyor. Beni çantasına attı ve etraf bir anda karanlığa büründü. Ve sıkıntıdan patlama saati başladı… 1 saat sonra çantasından telefonunu alırken fermuarı açık bıraktı. Sanırım bir randevusu vardı. Aynaya baktı ve beni eline aldı. Neyse ki kırmızı ışık uzun sürmezdi. Tekrar beni çantaya attı. Ve beni de alıp randevusuna gitti. 2 saat ise orada oyalandı; tabii arada tuvalete gidip yine beni yüzüne, gözüne sürdü. Sonra oradan da kalktı, saat 5 olmuştu. Eve gidişimiz 6. Beni çantayla beraber girişteki koltuğa koydu ve üstünü değiştirmek üzere koşarak yukarı çıktı. Sanırım yine acil bir işi vardı. Hemen aşağı indi ve beni kaptığı gibi komşuya gitti. Lanet olsun ki orada birbirlerine makyaj yapıp fotoğraf çekeceklermiş. Bir pis yüz daha mı? Off! Yaklaşık bir saattir ölmemek için dua ediyorum. Yeşil rengim tükendi bile! Neyse ki sahip beni masaya koydu ve oje sürmeye başladılar. İçimden iyi ki oje değilim diye geçirdim. O arkadaşa üzüldüm. Saat 8 gibi eve geldik, artık benimle işi bittiği için tanrıya dua ediyordum. Beni aynanın önüne koyup ışığı kapattı.
Ada ÖNÇAĞ
7-B
MAVİ KUŞ
Güzel bir gündü, o gün çok sıkılmıştım. Canım hiç görmediğim yerlere gitmek istiyordu. Arkadaşlarımı da çağırmıştım. Ama onlar sürü olmadan gelmek istemediler, tehlikeli olduğunu düşündüler. Ama ben aklıma koyduğumu yapan bir kuş olduğum için o gün hiç görmediğim yerlere uçacaktım. Hazırlıklar için ertesi günü bekledim. Ertesi gün tüm hazırlıklarımı bitirmiş, uçmayı planlıyordum. Ormana gidip orada uçacaktım bu yüzden heyecanlıydım. İyice havalandım ve uçmaya başladım, iyice yükselince fırtına çıktı, kendimi çok soğuk bir yerde, bir kızın elinde buldum. Çok korkmuştum. İçimden “Keşke arkadaşımı dinleseydim, o zaman böyle olmazdı, sürü halinde çıkmak en iyisiydi.” diye düşündüm. Ama artık çok geçti. Kız beni büyük bir kafesin içine kapatmıştı. Çıkamıyordum, kilit çok sertti. Çok korkmuştum, başka yerlere olan merakım yüzünden şu an özgürlüğüm elimden alınmıştı. Neyse ki arkadaşlarım yokluğumu fark edip beni aramaya çıkmışlardı. Bir grup doğuyu, bir grup batıyı, bir grup kuzeyi, bir grup da güneyi arıyordu. Neyse ki bir grup beni camdan görmüştü. Bir yol bulup kızı balkona çıkartmışlardı, cebinden de kilidin anahtarını almışlardı. Ve hemen kilidi açıp beni çıkarmışlardı. İşte o zaman çok mutlu olmuştum. Ve onlara da çok teşekkür edip özür dilemeyi de ihmal etmemiştim. Sonra hepimiz evimize dönmüştük.
Elif Naz AYSAL
7-B
DOSTUM OLDUĞUNUZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM!
“Ayda kalk artık o bilgisayarın başından!”
Ben bu sesi biliyorum, annem bu benim! “Ayda!” diyen bir ikinci bağırıştan sonra cevap verdim. “Efendim?” Sesim mi kısılmış benim? Yüzyıllar gibi gelen bir süredir uyuyorum herhalde. Saatin kaç olduğuna bakmak için içine kıvrıldığım kırmızı koltuğun kenarına uzandım ve ellerimi görünce çığlığı bastım. Resmen kedi eli gibi olmuş o. “Ayyy!” diye haykırdım. Annem elinde terlikle odama daldı. “Ayda!” şeklinde bir savaş çığlığı attıktan sonra boş boş odama bakındı. “Ayda?” dedi şaşkın bir şekilde. Sonra o da çığlık attı. “Murat! Kız yok!” babam olayla olabildiğince alakasız bir biçimde ayaklarını sürüye sürüye içeri girdi. Bir süre etrafa bakındıktan sonra:
“Eda’yla falandır o. Olmadı Delfin’le. Boş ver şimdi onu, bak orda telefonu, şurada bilgisayarı var; haydi önce onları, sonrasında da çantalarını karıştıralım, geri döndüğünde de azarlarız hahaha!” dedi. Tamam, şu son cümleyi uydurmuş olabilirim. Belki. Kedi kulağıyla duymak da zor oluyormuş. Bir daha kedimi azarlamayacağım. Annem “Polisi arayalım!” evde koşuştururken, babam gazetesini okurken ve kedim bir balkondan ötekine koşarken, koltuğumdan inip yatağıma çıkmaya çalıştım, olmadı, yere düştüm. Eşyalar bir kediye görünmesi gerektiğinden daha büyük gözüküyordu. Tırnak diyebileceğimiz şeyleri çıkartıp yatağıma tırmandım. Oradan uzun pufuma, onun üstünde duran daha bitmemiş güzelim resmimi yırta yırta tırmandım ve aynamda kendimi görebileceğim bir boyuta geldim. Ben bir kedi değil, hamstera dönüşmüşüm ama! Küçük fare olmuşum resmen! Çığlık attım –daha doğrusu ciyakladım- ve bu da altımda duran kedimi fark etmemi engelledi. Kedim orada bıyık altından gülüyordu. Bana baktı ve patisini yaladı. Bu kedinin adı niye Pati ya? Pati diye isim mi olur? “Seni şimdi yemek zorunda kalmasaydım keşke. İyi kızsın sen. Pardon hamster demek istedim.” Hamsterlara özel bıyık bükme hareketini yapıp “Hıhı çok komik. Ama anlamadığım bir şey var; ben seni nasıl duyabiliyorum? Sen bir kedisin, miyavlaman gerekmez mi?”
“Her hayvan aynı dili konuşur. Şimdi gelelim konumuza. ‘Ekmek yoksa pasta yesinler.’ demiş Fransız monarşist Marie Antoinette. Eminim biliyorsunuzdur, boşuna Fransızca eğitim veren bir okulda okuma yani. Eh, bizim Kuşadası’ndaki çete lideri…”Çete lideri mi? Ne bu mafya çetesi mi?” diye sözünü kestim. “Eğer hikâye dinlemek istemiyorsan, seni hemen yiyebilirim!” diye öneri sundu Pati.
“Yok yok anlat, dinliyorum ben seni.” dedim.
Pati kendini yere atıp karnını yaladı: “Ay yok olmaz, unuttun zaten. Ama bir fikrim var, eğer beni dışarı çıkarırsan seni yemem.”
Düşünmeden yanıt verdim: “Anlaştık.”
X X X
Taburenin üstünden kapı tokmağına sıçradım ve son anda uzanıp kapıyı araladım. Pati de patisiyle kendisinin geçebileceği bir aralık açtıktan sonra sırtına atlamamı bekledi. Kapı kolunu bıraktım ve küçük bir top gibi onun sırtına düştüm. “Haydi’” dedim. Aşağıya kadar koştuk ve 1 numaralı dairenin apartman giriş kapısını açması üzerine dışarı fırladık. Sitenin arkasındaki ormana ilerledik ve o karanlığa daldık. En büyük çınar ağacının altında gri, kısa tüylü bir dişi kediyle sadece Pati’den olabilecek beş yavru vardı. Dişinin ağzı gülümsüyormuş gibi büküldü. “Pati, gelmişsin!” dedi, İngiliz aksanıyla. Demek ki bu kedilere bu yüzden İngiliz kedisi diyorlar diye geçirdim içimden. Pati de gidip yavrulardan birinin kulağını yaladı, sonra da beni gösterdi. “Bu eskiden Ayda’ydı, benim sahibim, kaçmama yardım etti. Oda bizimle kalmak istiyor, olur mu?” diye sordu. İngiliz hanım gülümseyerek tabii ki olur diye yanıt verince ben de derin bir oh çektim.
Hava karardı, yavrular çoktan uyumuştu. Sadece ben, Elizabeth (İngiliz hanımın adını da öğrenmiştim bu arada) ve Pati uyanıktık. Ortalarında yatıyordum. “Teşekkür ederim.” dedim, “Dostum olduğunuz için.”
Ayda Nil YAPUCU
7-A
10 Aralık 2013 Salı
KARINCALAR
Merhaba! Ben bir karıncayım, adım da John. Babamın adı Robert, annemin adı da Katy. Biz İzmir’de küçük bir evde kalıyoruz. Şimdi sizlere sıradan bir günümü anlatayım…
Sabah erkenden, saat 6 gibi uyanırız. Biz bu saati çok severiz. O saatlerde hiç insan yoktur etrafta. Çünkü insanlar bize kötü davranıyorlar ve evlerimizi yıkıyorlar. Neyse, kahvaltı için biraz yemek topladıktan sonra birazını yeriz o yemeklerin. Biz tutumlu olduğumuz için diğer kısmını depo ederiz. Sonra insanlar yavaş yavaş kalktıkları zaman hepimizin içini bir korku sarar. Öğlen vakitlerinde bütün herkes dinç olur. Biz yine her zamanki gibi çalışırız. Ama bir insan hatta bir çocuk sırf eğlence için parmağıyla veya elindeki bir sopayla bizim evimizi yok eder. Ben, annem ve babam canımızı zor kurtarırız. O kadar emek vererek bulduğumuz yiyecekler bir saniyede yok olur. Biz bu duruma çok üzülürüz ve içimizde insanlara karşı bir kin vardır. Ama bazı insanlar vardır ki kahvaltıda yediği ekmekten çıkan kırıntıları biriktirerek bize verirler. Biz böyle insanları çok severiz.
Belki de insanlar sırf gülebilmek, eğlenebilmek için bizim yuvamızı yok etmese herkes dostça yaşayabilir. İnsanlar sanki dünyada sadece kendileri var gibi yaşıyorlar. O zaman insanlar öyle düşünmemeli ve bencil olmamalı.
Alperen TÜRKGÜLER
7-B
RÜYA
O sabah kalktığımda hayata olan bakış açım değişmişti. Bu rüya beni çok etkilemişti. Rüyam, beni yani fidanı minik bir kızın, o minik elleriyle, o güzel villalarının önüne dikmesiyle başladı. O minik kız her gün sabah akşam beni suluyor, beni okşuyordu. Aradan 10 yıl geçti. Ben kocaman bir ağaç olmuştum ama yalnızdım. Çünkü ailem sandığım o aile, o minik kız, beni bırakıp başka bir yere gitmişlerdi. Bir daha hiç geri dönmemek üzere. 2 yıl boyunca çok zor su buldum. Yan evdeki ağaç ve köklerim olmasa ben çoktan kurumuştum. Bu zor 2 yıldan sonra bu eski eve yeni bir aile gelmişti. Bir daha kurumayacağımı düşünüp sevinmiştim. Ama sonra... Onlar beni kökümden kesmiştiler. Artık ben yoktum. Oysaki ben 12 yıl insanoğluna hizmet vermiş, canlıların yaşamını sürdürmüştüm. Ama kim önemser ki?
Elif Tuna KARAPINAR
7-B
ARKADAŞIM TOM İLE BİR PAZAR GÜNÜ
Merhaba. Ben, mikrodalga. Mikrodalga, bildiğiniz gibi yemekleri ısıtmaya yarayan bir mutfak aracıdır. Ben de tüm mikrodalgalar gibi bütün yemekleri ısıtabilirim. Hem de sımsıcak…
Ben, Bodrum’da denize sıfır olan bir evin mutfağında bulunuyorum. Orada evin çocuğu olan on yaşındaki Tom, kırk iki yaşında olan annesi İsabelle, kırk altı yaşında olan babası Marc ile yaşıyorum. Her sabah siyah beyaz renkleriyle, harika görünümlü bir zebrayı andıran mutfakta güne başlıyorum. Bence bu, dünyanın en güzel mutfağıdır. Bu mutfağı çok seviyorum.
Denize manzarasını ise izlemeye de doyamıyorum. Benim buradaki en iyi arkadaşım Tom’dur. Oysa Tom’un bundan haberi bile yok…
O gün, yaz tatilinin 13. günü, pazar sabahıydı. Her zamanki gibi horozlar insanları erkenden uyandırıyor, sanki “Erken kalkan erken yol alır, haydi kalkın.” diyorlardı. İlk kalkan genellikle Tom oluyordu. Tom, yemek yapmayı, sofra hazırlamayı çok seviyordu. Hatta bazen annesi, babası kalkmadan Tom, yemekleri hazırlamış olurdu. Annesi, ona benim nasıl kullanılacağımı öğrettiğinde Tom, çok mutlu olmuştu çünkü artık yemekleri kolaylıkla ısıtabiliyordu.
Tom’un bana bir yiyecek koyması, benim çok hoşuma gidiyordu. Sürekli tabaktaki yiyecekleri döndürüp ısıtıyordum. Ayrıca kendim de ısınıyordum. Annesi ve babası uyandığında yemeği hazır görünce mutlu oluyorlardı. Bazen aile büyüklerini de yemeye davet edip mutluluklarını paylaşıyorlardı.
Zaman hızla geçip saat on ikiyi gösterdiğinde, annesi ve babası, yarım saatliğine yan binadaki komşularına gitmeye karar vermişlerdi. Tom da ailesine sürpriz yapmak istemişti. Tom, yemeği güzelce hazırladı ve sıra ısıtma aşamasına geldi. Tom benim kapağımı açıp tabaktaki yemeği koydu ve ben dönerek yemeği ısıtmaya başladım.
Tom, yemekleri alacakken eldiven takmayı unutup yemekleri almaya kalkıştı. Ben çığlıklar atarak onu uyarmak istedim. Ancak sesim olmadığı için hiçbir şey yapamadım. Tam o anda Tom’un eli yandı ve beraberinde de yemekler, halıya döküldü. Ben, çok üzüldüm. Bana kalırsa insanların bazıları, bu tür konularda çok dikkatli değiller. Çünkü buna benzer bir olayı hem Tom hem de babası daha önce yaşamışlardı. Demek ki Tom gerekli dersi almamıştı.
Tom hemen elini yıkayıp bir yara bandını eline sardı. Tam o sırada annesi ve babası geldi. Tom’un halini görünce çok üzüldüler. Annesi, Tom’a biraz kızdı. Çünkü daha önce yaşanan olaydan ders almış olması lazımdı. Tom, o anda annesini ve babasını iyi dinlemediğini, onların sözlerinin kulağına küpe olmadığını ve gerekli dersi almadığını kabul etti.
Tom o anda anlamıştı ki birisinin kısacık sözü bile belki de büyük sorunlardan insanı kurtarabilirdi. Önemsiz gibi görülen tavsiyeler bazen hayat kurtarıcı bile olabilirdi.
Volkan ALKAN
7-A
9 Aralık 2013 Pazartesi
SIRADIŞI BİR MELEK
Evimdeydim. Böylesine huzur dolu başa bir yer yoktu. Her ölen kişi için kendi cennetleri vardı, en sevdiğim ise küçük bir kız çocuğu olan Arya'ya aitti. Küçücük yaşına göre, çok büyük bir hayal gücü vardı. Nehrin akan sesi bana huzur veriyordu. Nehrin hemen karşısında eski dönemlerin tahta bankları vardı. Yeni dönem çocuğun nostaljik düşünmesi her zaman içimi bir hoş yapıyordu. Yavaş adımlarla banka ilerledim, daha sonra da oturdum. Suyun sonsuzluğa gidişini izlemek ise ayrı bir his yaratıyordu içimde, mutluluk ile hüzün karışımı. Buralara veda etmek, hatta genel olarak veda etmek yapmayı sevdiğim bir iş değildi, her zaman sadece çekip giderdim. Bu sefer kendi kurallarıma karşı çıktım. Bir kanat sesi duydum, kafamı çevirdiğimde Dijbril'i yanımda gördüm, 200.000 yıllık kardeşliğimiz olmasına rağmen hala düşüncelerimi keserek, bir anda ortaya çıkmasına alışamamıştım. İnanç meleği. Serbest bıraktığı beyaz kanatları masmavi gökyüzünde savrulurken ağzından şu sözleri döktüğünü duydum:
-Her ne kadar en yakın gördüğüm kardeşim olsan da, inancını kırdığın zaman devreye girmek zorundayım, üzgünüm kardeşim. Bu noktada, sana veda etmek zorunda kalacağım. Bir şey söylemek için alınan uzun soluklu nefesi aldım ve tam ağzımı açtım... Nafile. Bir anda gelmesi kadar, gitmesi de ün kazanmıştı. Uzun nefesin boşluğa hepsini verdim. Kardeşimin beni yasara tercih etmesi olmayan kalbimi kırmıştı, şayet biz saf sevgiden yapılmış olsaydık kardeşini seçmesi gerekirdi, beni. Gene sorguluyordum işte…
Tam o sırada bir Karoz -rapor meleklerine verilen genel bir ad- yanıma yaklaştı:
-Rapor. Cennet gibi bir yerde hala neden insan teknolojilerini kullandıklarını anlamıyorum, birbirimize psişik yolla mesaj gönderebiliriz. İşimi seviyorum ancak bu gerçekten çok mantıksızca.
Komik fakat doğruydu.
-Sorguluyorsun, dikkat et. Benim gibi olursun daha sonra, yanlış anlarlar seni de. Gerek yok, dedim havada uçuşan uçurtmaları seyrederken. Karoz yüzünü buruşturdu.
-Ah, evet o konuya gelecek olursak. Raporun burada, raporda yazıldığı üzere, fazla sorgulamanın ve inancını kaybetmenin sonucu cennetten atılacaksın. Dünya saatine göre 10 dakika sonra Grigoriler'e katılacaksın.
Sesi keskinleşmiş ve bir anda ciddileşmişti. Benim sesim onun yanında çok cılız ve savunmasız kalmıştı.
-Beni düşüreceklerini mi söylüyorsunuz? Dünyaya, insanların arasına? Onlar gibi bir yaşantım mı olacak?
İstemeyerek ‘’evet’’ anlamında kafasını salladıktan sonra söylenerek uzaklaştı. Meleklerin düşürüldüğü odaya doğru çıktım. Oda doğru bir tabir değildi ancak cennet tek bir yer olmadığı için her bir bölmeye ne diyeceğimi bilmiyordum. İnsanlar kendi evlerindeki bölmelere, oda diyorlardı. Ben de kendi evimdeki –saniyeler sonra bir daha asla geri dönemeyeceğim evimdeki- bölmelere oda demeyi mantıklı buluyordum. Odaya vardığımda, gözlerimi, kulaklarımı ve burnumu sardılar ardından ellerini bağladılar. Cennette ukalalıkla adım çıkmış biri olarak daha fazla dayanamadım:
-Her şeyi anlarım da, bağlamanızı anlamıyorum, ben kutsal bir varlığım. Hala duyabilir, görebilir ve koku alabilirim, hatta çok daha ötesini. Cümlem biter bitmez Shaqiel ağzımı kapattı. Gökyüzü meleği, hayatımda gördüğüm en güzel melek. Gece mavisi saçlarının arasındaki yıldızlar, kanatlarının arasındaki beyaz bulutlarla çarpışıyordu. Homurdanarak ağzımı bağladı. Hepsi geri çekildi. Benim için geri sayım yapıyorlardı, Enochian'ca. Meleklerin dili siren sesi gibiydi ve bu bazen bizi bile rahatsız edebiliyordu. Düşüncelerimi dinlerken düşeceğimi unutmuştum, bir anda altımdaki yerin kaydığını hissettim, daha sonra da hiçliğin içine düştüm. Kanatlarımı yanmamaları için içime sokmuştum ama o kadar hızlı düşüyordum ki derimin altına kadar işliyordu ateş. Ne olup bittiğini anlamadan bir arabanın önüne düştüm. Bana çok kabaca ve rahatsız edici bir ses çıkardı, "DIIIT!". Herkes benim orada olduğumu fark etmemiş gibiydi. Gökten bir melek -onlara göre insan- düşüyor ve ne olduğunun farkına varmıyorlar. Fark edilmemek rahatsız etmişti biraz. Dünyadakiler buna ‘’ego’’ diyorlardı sanırım, evet egom tatmin olmamıştı. Ancak daha sonra, beni fark ettikleri an anladım ki her zaman fark edilmek iyi olmayabiliyor. İnsanların bana bakışları, konuşmaları o kadar itici ve yabancıydı. Hepsi çok kabaydı. Bakışları en aşağılayıcı sözden beterdi. Grigori'leri bulmam lazımdı. İzleyiciler. Benim gibi cennetten atılıp insanların arasına karışarak onları koruyan melekler. Bir mağazaya doğru yürüdüm, bir şey beni oraya çekiyordu sanki. Kapıyı ittirdim, içerisi karanlıktı. Ancak altın sarısı kanatları bütün odaya ışık yayıyordu içerdeki kişinin.
-Merhaba, az önce düşüşünü gördüm, epey sert bir düşüştü, canın yanmış olmalı, umarım kanatlarını korumuşsundur, bayağı işine yarayacaklar onlar, buralarda hızlı hareket etmen gerekiyor, bu arada ben Melioth Grigori. Dünyadaki arkadaşlarım kısaca 'Mel' diyorlar.
-Merhaba, Elimiel. Ay meleği. Evet, çok yumuşak bir düşüş olduğunu söyleyemeyeceğim. Dünyada arkadaşlarım yok ancak olsalardı sanırım...
-Eli. Ama su an Amerika'da olduğunu düşünürsek Ely. Ah, boş versene, bir daha görevine devam etmeyeceksin, ne meleği olduğuna kimse bakmaz; burası dünya, çoğu inançsız. Bu arada kendine bir erkek beden bulmuşsun. Bu seçimi sen mi yaptın?
-İçinde bulunduğum bedenin erkek olduğunun farkında değilim. Yani buna erkek dendiğinin.
-Öyleyse benimle gel.
Kolumdan narince yakaladı, altın rengi kanatlarını çırptı. Ve sonrasında anlayamadığım bir yere geldik. Herkes bağırıyordu. Bağırarak etrafta koşturuyorlardı. Mel kolumu çekiştirerek bir odanın önünde durdu.
-Burası bir okul, çocuklar yani yeni doğan insanlar biraz büyüdüklerinde eğitim almak için buraya gelirler. Seni de bu yüzden buraya getirdim.
Kapıyı çalmadan doğrudan içeri daldı. İcerde akvaryum vardı. Odadaki hiçbir detaya bakmadan içindeki balıklara koştum ki bu yapacağım iş değildi, ayrıntılara bakmak ve onları incelemek hayatımın anlamı gibi bir şeydi. Balıklar, gene harika yaratılmış canlılar, kemiklerine rağmen o kadar esnek hareket ediyorlardı ki… Sanırım balıklara biraz cahilce bakmıştım, Mel beni dürttü.
-Bu Profesör Grigori. Sana bazı konularda yardımcı olacak.
Benim konuşmama fırsat vermeden doğrudan lafa daldı profesör:
-İlk düştüğüm zaman ben de senin gibiydim, zaman içinde bunları öğrendim, bunları ve daha birçok şeyi. Kendimi insanlığa adadım ve şu anki halime bak: Bir öğretmenim ve insanları yetiştiriyorum, şu an 200.000.000 küsur yaşında bile olsan, insanların çocuklarıyla aynı bilgi düzeyindesin. İnsanlık açısından bilgiler yani. Bu kadar şeyi öğrendikten sonra düşen diğer arkadaşlarına öğrettim. Burada düştüğümüz için ve neredeyse insan olduğumuz için kardeş diyemeyiz her meleğe, birazdan anlarsın nedenini, öğrenme sırası sende.
-Ne yapmam gerekiyor?
-Sadece eğil.
-Yalnız bir saniye bekleyin. Ben çok ayrıntıcı biriyimdir de...
-Mel'in arkadaşısın. Şaşırmamak gerek. Her neyse evet?
-Masanın üstünde duran karınız mı, doğru söyledim, değil mi? İnsanların beraber olduğu, aynı evde yaşadıkları kişiler?
-Evet, evet doğru söyledin.
-Ama çocuklar var. Melekler çocuk yapamaz.
-Artık düşmüş meleksin, seni öteki meleklerden ayıran insani özelliklere ihtiyacın var değil mi? Diyorum işte, birazdan öğreneceksin. Simdi, eğilir misin?
Dizlerimin üstüne çöktüm. Ellerini kafamın etrafına sardı. Gözlerimi kapattım. Göz kapalıyken bile hissedilebilen mor bir enerji yayıldı odaya. Morun bazı yerlerde bilginin temsili olduğunu duymuştum zaten. Anladığım kadarıyla şu an bilgi transferi yapıyordu, psişik yolla. Hala Melekimsi özelliklerimizi kaybetmeyişimiz sevindirdi beni içten içe. Mor ışığın gittikçe azaldığını hissettim, yerini karanlığa bırakıyordu.
Sarışın, hafif uzun saçlı bir oğlan ve sarışın, saçları toplu bir kız kafalarını eğmiş bana bakıyorlardı. Arkadan Mel'in sesi geliyordu "Ely uyanma vakti.” Sarışın çocukların yardımı ile ayağa kalktım, oğlan:
-Ben Daff. Bu da kardeşim, Daniella, dedi.
- Merhaba.
Ayağa kalkmamla odanın tıka basa dolu olduğunu fark ettim. Tanışmak için can atıyordum. Can atmak. İnsani şeyleri hissetmek tuhaftı. Ben düşününceye kadar Mel onları sıraya sokmuştu bile. En önde saçları Axl Rose'un gençliğini anımsatan bir çocuk vardı, Axl Rose? Kim olduğunu nereden biliyordum, ya da biliyor muydum? Evet, efsane rock gruplarından biri olan Guns N’ Roses’ın solisti. Vay canına, bilgi aktarımının en ufak ayrıntıyı bile atlamaması iyiydi. Düşünürken dalmışım, çocuk:
-Hey! Bizimle misin, ahbap? Beni hep Axl Rose’a benzetirler. Tanıyorsundur. Zaten ismimi pek sevmem, genelde Axl diye çağırırlar. Her neyse, gerçek adım Jack.
-Konuşma tarzından anladığım kadarıyla insan olmalısın?
Ancak Jack beni dinlemeyi bırakmış, Mel ile dalga geçmekle uğraşıyordu. ‘’Ben Axiliel. Kısaca Axl. Ahaha… Av! Vurmaya hakkın yoktu Mel, gerçekten siz meleklerin isimleri hep böyle.’’ Ah, kesinlikle bir insandı. O sırada diğer insanları duydum.
-Ben Kabriel. Kab diyenler var.
-Ben Kaya. Ve bu da kardeşim Miranda.
-Ben Shamsiel
-Ben Sariel ve kardeşim Araqiel.
Odada isimler uçuşurken kahverengi saçlarını düzleştirmiş, sıcak çikolata kahvesi gözleri insanın içini ısıtan bir kız geldi.
-Ben Flemiel. Bizimkilerin böyle gözüktüğüne bakma iyi insanlardır.
Yüzümdeki soru işaretini fark etmiş olmalıydı.
-Aslında karışık bir grubuz: melekler, insanlar… Lafın gelişi öyle dedim. Mel düzen hastasıdır ama, başına bela aldın, dedi. İçimi hoplatacak sıcacık bir gülüş attı. Ben de ister istemez sırıtıp kahkaha bastım…
***
İşte yıllar önce bu odadaki kariyerim böyle başlamıştı. Artık insanlık hakkında bilgilerim çok daha yüksek, buranın bir okul olduğunu biliyorum mesela. Gen yönünden, odada değişen hiçbir şey yok. Gene diğer bütün detayları sağ taraftaki kılıç koleksiyonunu hiçe sayacak kocaman bir akvaryum. Ancak benim açımdan, masadaki fotoğraflar değişmişti. Artık orada Mel, Flemiel, Daff, Daniella, Jack, Kab, Kaya, Miranda, Shamsiel, Sariel ve Araqiel vardı, yeni ailem. En önemlisi de profesörün karısının yerinde Flemiel’in durmasıydı.
Ve koltukta da ben oturuyordum...
Aslıhan Elif EROL
7-A
BİLGİ KUTUSU
Merhaba. Ben onlarca sayfası olan resimli küçük bilgi kutusuyum. Evet, ben bir kitabım; türüm de roman.
İlk olarak sizlere ailemden bahsetmek istiyorum. Babam çok sert ve çok kalın olan ansiklopedi. Annem renkli, her rengi barındıran bir dergi. Bir tane abim var, insanları zorlamaya bayılır. İçinde her dersten test bulunur; evet, tahmin ettiğiniz gibi, abim bir test kitabı. Benim ufak bir kız kardeşim de var. Kafiye üstüne kafiye, bir şiir kitabı.
Kendimden bahsedeyim biraz değil mi? Kocaman bir kitapçının çocuklar için ayrılmış bölümünde fark edilmeyi bekliyorum. Bir sürü kitap var. Bir kitap için en önemli şey birçok kere okunmaktır. Ben de beni alacak kişinin hayallerini kuruyordum. Bir gün bir çocuğun yaklaştığını fark ettim. Çocuk beni eline aldı, evirdi, çevirdi. Galiba beni beğenmişti. Bu kocaman kitapçının soğuk raflarından kurtulup bir çocuğa bilgiler vermek, hayallerini artırmak için sabırsızlanıyordum. Çocuk ve annesi kasaya doğru ilerledi, ben o kadar mutlu ve heyecanlıydım ki adeta eteklerim zil çalıyordu. Kasada beni bir poşete koydular. Poşette hava almakta zorlanıyordum ama eve kadar dayanabilirdim.
Yeni sahibimle eve geldiğimizde gözlerime inanamadım… Kocaman bir bahçe: renk renk güller, karanfiller, menekşeler ne ararsan var, adeta bir cennet gibiydi. Evin salonunda duvardan duvara kocaman bir kitaplık vardı. Bu arada eve gelirken sahibimin isminin Lara olduğunu öğrendim. Lara beni alıp odasına götürdü. Önce ilk sayfama günün tarihini yazdı ve imzasını attı. Hemen okumaya başladı. Lara beni üç günde bitirdi. Beni çok beğendiği için tüm arkadaşlarına tavsiye etti.
Bilgilerimi birçok kişi ile paylaşmaktan çok mutlu oldum. Sayfalarım eskimişti ama olsun kimin umurunda. Öğrendim ki bir kitap ne kadar çok okunursa değeri o kadar artarmış.
Kitaplığa kalkma zamanım geldi, orada yeni arkadaşlarım oldu. Ben onlardan, onlar da benden yeni bilgiler öğrendi. Kim bilir beni daha kimler okuyacak, merakla beklemekteyim.
Ecem AFACAN
7/C
BİLİNÇSİZ İNSANLAR
Merhaba,
Benim adım Lili. Ben bir köstebeğim. Dört kişiden oluşan bir ailem var. Annem, babam, ablam ve ben. Annemin adı Sarah. Babamın adı Lio. Ablamın adı ise Zizi. Şimdi size bir anımı anlatacağım:
Sabah erkenden uyandığımda kimse kalkmamıştı. Salona geçtim ve uyanmalarını bekledim. Ama kimse uyanmıyordu, televizyon izlemeye başladım. Birden ev sallanmaya başladı. Hemen masanın altına girdim ve sarsıntının durmasını bekledim. Beklediğim sırada içimden "Kesin bu bencil insanlardan biri olmalıydı, bu ilk kez olmuyordu ki..." diye geçirdim. Sallanma durmuştu. Bunun ardından yanıma ilk gelen kişi annem oldu. Annem "Bir şeyin var mı Lilicim?" diye sordu. Ben de bir şeyimin olmadığını söyledim. Sırayla ablam ve babam da geldi. Aynı soruyu onlar da sormuştu. Benim cevabım farklı değildi. Keyfim biraz kaçmıştı. Ama belli etmemeye çalışıyordum. Neyse… Herkes elini yüzünü yıkadı. Ardından annem kahvaltıyı hazırladı. Babam işe gidecekti, bu yüzden aceleyle kahvaltısını bitirdi. Biz de babamı uğurladıktan sonra kahvaltımıza devam ettik. Kahvaltıdan sonra annemin de izniyle arkadaşlarımla oyun oynamaya gittim. Okulda en yakın arkadaşım olan Bill ve sıra arkadaşım Rori. Akşama kadar saklambaç, körebe vb. oyunlar oynadık. Ayrılacağımız zaman arkadaşlarıma sarıldım. Evimin yolunu tuttum. Eve vardığımda çok yorulmuştum. Akşam eve gittikten bir saat sonra babam geldi. Yüzü beş karıştı. Bunu hepimiz fark ettik ve babama ne olduğunu sorduk. Babam söze: “Lili, bu haberin seni üzeceğini biliyorum fakat elimizden hiçbir şey gelmez.” dedi. Ben de ablam da daha da meraklanmış bir şekilde: "Baba ne oldu söylesene!" dedik. Babam bana dönerek: "Senin en yakın arkadaşın olan Bill bugün bir insan tarafından ezilmiş ve olay yerinde can vermiş." dedi. Ben çok üzülmüştüm ve ağlayarak odama gittim. Kara kara düşünmeye başlamıştım. Acaba zavallı Bill nasıl ölmüştü? Cani insan nasıl öldürmüştü onu? Bu insanlardan çekeceğimiz vardı. Tam bunları düşündüğüm sırada uyuyakalmışım. Ertesi gün Bill'in cenazesine gittik. "Dün onu son görüşümdü, ayrıca son sarılışım..." diye düşündüm. Cenazeden sonra eve gittik. Odama girdim, benden hemen sonra ablam yanıma geldi. Ablama "İnsanlardan artık nefret ediyorum. Dün sabah evde deprem oldu. Akşam da en yakın arkadaşımı öldürdüler." dedim. Zizi :"Haklısın. Onlara ben de çok kızıyorum." dedi.
İnsanlar aslında kötü kalpli canlılar değil fakat hayvanlara çok zarar veriyorlar, bilinçsiz davranıyorlar. Sadece hayvanlara değil her şeye... Bizim açımızdan da düşünseler daha bilinçli olurlar. Biz mutlu oluruz, onlar da olur ama bilinçsiz olan insanlar bunu düşünemiyor sadece kendi rahatlarına bakıyorlar. EMPATİ KURALIM, BENCİLLİĞİ SONLANDIRALIM!
Elif Bengisu TEKTAŞ
7-C
İNSANLAR VE KÖPEKLER
Ben Prenses. Yıllardır sahibi tarafından kız sanılan bir erkek köpeğim, sahibi tarafından kız elbiseleri giydirilen, süslenen gariban bir köpek. Hayatım, popomun içine anca sığabildiği küçük bir kulübede geçiyor. Sahibimin o dev, müstakil, dört katlı evinin bahçesindeki hiç temizlenmeyen küçücük, işkence odası gibi kulübede.
Sahibim benimle hiç ilgilenmiyor. Beni bir süs gibi görüyor. Ne yemek veriyor ne su. Beni ayak işlerini yaptırmak için kullanıyor. “Prenses terliklerimi getir. Prenses uzaklaş! Prenses yuvarlan. Prenses, Prenses, Prenses. Bu isim bir erkek köpeğe verilebilecek bir isim değil. Ama benim sahibimin aklı buna yetmiyor. İnsanlar şu aralar aldıkları köpeklere hiç değer vermiyorlar. Onları bir oyuncak gibi görüyorlar. Ama biz köpeğiz, cansız bir varlık ya da sizin özel şaklabanınız değiliz. Bize o anlamsız komutları öğretip saçma sapan yarışmalara sokarak hiçbir şey kazanmazsınız. Sadece bize işkence etmiş olursunuz. Arada bir kulübemden dışarı çıkıp etrafı izliyorum. Her taraf sahipsiz köpek dolu. Köpeğine bakamayan, sokağa bırakıyor. Hiç düşünüyor musunuz o köpek soğukta ne yapar, nerede kalır diye? Hiç empati kuruyor musunuz? Hayır! Bazen sahibimi sevmesem bile şükrediyorum bir sahibim olduğuna. Ne var canım, köpekler de şükredemez mi? Sizin asıl sorununuz bizleri bir canlı olarak değil de bir varlık olarak görmeniz. Köpeğine işkence edenler bile var. Bugün Prens ile dışarı çıktık, biraz yürüyüş yaptık. Prens benim kız arkadaşım ama ne yazık ki sahibi de onu erkek sanıyor. Birlikte parka gittik. İnsanlar bize bağırdı. “Çocuklarımızdan uzak durun pis, mikrop yuvası hayvanlar!” diye. Oysa biz onlardan temiz, iyi kalpli ve saf canlılardık. İnsanlar dünyayı yok ettikten sonra hep suçu biz hayvanlara atarlar zaten. Sanki belediye çöplüğü yerine kullanıyorlar sokakları. Daha sonra da “Köpekler çöp poşetlerini yırtıyor, her taraf çöp oluyor iğrenç kokuyor.” diyorsunuz. Bütün insanlar kadınlar gibi. Bir dedikleri bir dediklerini tutmuyor. Kadınları da anlayamıyorum, insanları da. Hem seviyorlar hem dövüyorlar.
Ey insanlar, siz bizi hiçbir zaman anlamadınız. Bazılarınız bizi köpeğim var diye hava atmak için, bazılarınız bekçilik yapmamız için, bazılarınız ise bir dosta ihtiyaç duyduğu ve gerçekten sevdiği için aldı. Ne demişler “Köpek en sadık dosttur.”. Biz köpeklere gerçekten değer veren insanlar; sizleri çok seviyorum. Kendini bir şey sana insanlar, anlattıklarımı aklınızın herhangi bir köşesine yazın. Prenses abinizi unutmayın. Prens bekliyor gitmem lazım yoksa şimdi bir ton trip atar. Ah şu kızlar!
Elif Dilan ÇELİK
7-C
LİMON AĞACI
Sabah rüzgârı yapraklarımı hışırdatırken gülümsedim. Şanslıydım. Şanslı olduğumu biliyorum. Hepsi ölse de ben yaşamıştım. İşte bunun adı şanstı. Benim adım Şans. Tekrar gülümsedim. Birkaç saate Duru uyanacaktı. Uyanır uyanmaz ilk işi yine gelip beni görmek olacaktı. Beni kurtaran tatlı çocuk, Duru.
Çok küçük bir ağaçken, çevremdeki diğer limonlarla beraber bir serada yaşardık. Bizi satıyorlardı. Limon iyi para ediyormuş, öyle diyorlardı. Ben limonun meyve olduğunu sanıp asla satılamayacağıma inanıyordum.
Zaten satılmak korkunçtu. Kaslı ve kaba adamlar seni saksınla beraber kaldırıp sarsa sarsa bir kamyona bindiriyorlar, kamyon seni sarsa sarsa bir yere götürüyor, orada köklerine zarar vererek seni saksından çıkarıyorlar, sarsak hareketlerle başka bir saksıya dikiyorlar ve ilk haftadan sonra su vermeyi unutuyorlardı. Bunları satılıp çürüdükten sonra iade edilen ve satıcının iyileştirmeye çalıştığı bir limon anlatmıştı. “İnsanlar bencil.” demişti, “Sırf komşularına evimde limon ağacı var diye hava atabilmek için zarar veriyorlar bize. Üstelik bize bakmasını da bilmiyorlar. Bak evin çocuğu bana ne yaptı.” Gövdesine “Z+A” yazısı kazınmıştı. İğrenerek başımı çevirdim. Zavallı ağaç bir hafta sonra öldü.
Seradaki tüm limonlar teker teker satılıyor, çoğu iade ediliyor ve birkaç hafta içinde ölüyorlardı. En büyük korkum satılmak olmuştu. Her müşteri gelişinde dallarımı büküp yapraklarımı sarkıtarak hasta görünmeye çalışıyordum.
Fakat bir sabah, bıyıkları ve giyimiyle diğer tüm müşterilerden farklı görünen bir adam geldi. Adam çok eskiden köyden gelen ağaçlardan birinin anlattığı gibiydi: köylüydü. Köylüler iyiydi. Seni gerçek toprağa dikiyorlardı. Sana kendi evlatlarıymışsın gibi bakıyorlardı. Ancak paraya sıkışırlarsa mecburen seni seraya satan bazı köylüler de vardı. Yine de iyiydiler. Hasta görünmeye çalışmadım. Zaten diğer tüm limonlar gerçekten hastaydı. Beni alacağını biliyordum.
Adam beni almadı! Ağaçlara baktı, baktı ve birkaç elma ağacı alıp gitti. Hayal kırıklığıyla adamın ardaından bakarken kendime şaşırdım. Satın alınmak mı istiyordum?
Ertesi gün aynı adam yine geldi. Bu kez yanında siyah saçlı bir kız vardı. Küçük bir kız. Adam armut ağaçlarına bakarken kız serayı geziyordu. Önümde durdu. Uzun bir süre ilgiyle bana baktı. Yapraklarımı okşadı. Adam “Duru!” deyip ona seslenince de “Geliyorum baba!” diye bağırarak koşup gitti. Adam armutları taşıyan görevlilerin arkasından kamyonuna dönüyordu ki adamın elini tutan Duru zınk diye durdu. Bunu fark eden babası da durdu. Tam önümdeydiler. “Ne oldu Duru?” diyes sordu babası. Duru beni gösterdi. “Onu da alalım.” Çok sevinmiştim. Adam uzun uzun beni inceledi. Almaya gönüllü görünmüyordu ama Duru ona öyle çok yalvardı ki beni de aldılar.
Kamyonetin arkasında biraz sarsıntılı bir yolculuk geçirdim. Nihayet bittiğinde en dışta ben olduğum için kamyonetten önce beni indirdiler ve bir kenara koydular. Gün boyunca armutların dikimiyle ilgilendiler, ben de saksımda bekledim. Duru da yanımdaydı. Nihayet armutların dikimi bitince babasını çekiştire çekiştire yanıma getirdi ve beni dikmesi için başının etini yedi. Adam sonunda dayanamayıp toprağa bir çukur açtı, beni nazikçe saksımdan çıkardı, toğrağa yerleştirdi ve çukuru toprakla doldurdu. Ardından da suladı beni. En sonunda yorgun bir şekilde eve girdiğinde Duru yanıma oturdu ve konuştu. Kendinden, ailesinden, okulundan bahsetti. Bana bir de ad koydu: Şans.
O günden beri buradayım. En iyi arkadaşım Duru. Her sabah gelip günaydın der, günün sonunda da gelip o gün yaşadıklarını anlatır. Sanki gerçek bir insanmışım gibi davranıyor bana.
Bahçesine dikildikten birkaç ay sonra yine babasıyla seraya gittiğinde söylemişti Duru, seradaki tüm limonlar ölmüş, beni sattıkları günden beri limon satmıyorlarmış. Bir ben yaşadım, şanslıydım çünkü. Şanslı olduğumu biliyorum. Hepsi ölse de ben yaşamıştım. İşte bunun adı şanstı. Benim adım Şans. Gülümsedim.
Defne ÖZYURT
7-C
OKUL GÜNÜ
İlk ders başlıyor. Ah! biraz yavaş olamaz mısınız? Kimse beni bir kapıymışım gibi kullanmıyor. Boks antrenmanı yapıyorlar sanki. Yanlış okumadınız. Ben bir kapıyım. Okulun en haylazları benim kapısı olduğum sınıfta. İlk dersin öğretmeni de geliyor. Dersleri fen. Hocaları Hülya Akan. O bu okulda bana kapıymışım gibi davranan tek insan. Bu ders çabuk biter çünkü hocaları çok akıllıdır. ‘’Tenefüüüüüs.’’diye bağırdı sınıfın en haylazı ve beni hızlıca açıp gitti. Ben de arkamdaki duvara çarptım. Çok acımıştı. Benim hiç arkadaşım yoktu. Zaten olsa bile ne yapacaktık ki? Teneffüs bitmişti. Çocuklar derslerine döndüler. Şimdi ikinci dersti, dersleri Türkçe’ydi. Öğretmenleri çok şık bir adamdı. Adı Hakan’dı. Beni biraz sert kapatırdı ama nedense canım hiç acımazdı. İkinci dersleri çabuk bitti. Türkçe hocaları Hakan Bey çok güzel ders anlatmıştı. Beni yine sertçe açıp gitti haylazlar. Sırtım duvarı aşındırmıştı. Şimdiki dersleri beden eğitimiydi. O yüzden salona gittiler. Yalnız kaldım. Boş bir iki ders geçirdim. Çocuklar öğle yemeklerini yediler, bu arada çöpler toplandı. Çocuklar beşinci derslerine girdiler. Dersleri matematikti. En nefret ettikleri ders. Hem de son iki derslerinin ikisi de matematikti. Dersler sıkıcı olarak geçti. Sonra da evlerine gittiler. Şimdi benim en sevdiğim zaman geliyordu. Temizlenmek! Çok güzel bir histi. Temizlendikten sonra ertesi günü beklerdim hep. O gelirdi. Dersler geçer, günler biterdi . Ve yine geliyor işte çocuklar…
Toprak TUNTAŞ
7-C
SEVİMLİ Mİ SEVİMLİYİM
Merhaba,
Benim kim olduğumu en son öğrenirsiniz. Şu anda durduğum yer aslında hiçbirinizin istemeyeceği bir durum. Çok pis kokulu ve berbat bir yer. Aslında pis kokulu dediğim yer bir kafes ve bana göre de çok küçük bir kafes. Ama aslında ben de küçüğüm. Büyük bir ihtimal ile kim olduğumu anlamışsınızdır.
Ailemden koparıldım ve yetmiyormuş gibi bir de en yakın arkadaşım, sırdaşım, dostum öldü. Onu öldüren kişi ise belli değil ve ölüm nedeni de belli değil. Artık kim olduğumu söylüyorum ben bir hamsterim, adım Kariş açık kahverengi bir rengim olduğu için bana bu ismi verdiler diye düşünüyorum. Şu acayip insanlar hamsterlerin aptal olduklarını söylerler. Oysaki ben hiç öyle değilimdir. Durun size bir örnek vereyim. Mesela:
- 32 x 1098 = 3488
- Türkiye 36-42 paralelleri, 26-45 meridyenleri arasındadır.
- İspanya’nın başkenti Madrid'dir.
Ve işte ben bunları biliyorum hatta daha fazla şey biliyorum ama şimdi daha akıllı olduğumu göstermek istemedim sonuçta (bu sözü kimin söylediğini bilmiyorum) ama birinin dediği gibi: "Akıllı olmak da bir şey değil, mühim olan o aklı yerinde kullanmaktır." Neyse, biz şimdi onu bırakalm da size başımdan geçen bir günü anlatmak isterim:
"Sabah uyandığımda başımda dikilen 5 kişi vardı. Onları sahibim olan en sevdiğim Melisa, ben onu ısırdığım için beni sürekli yere atan Melisa’nın kardeşi Latifa (onu sevmiyorum), sahibimin bana sürekli yemek veren annesi, Melisa’nın babası (onu pek fazla görmüyorum) ve Melisa’nın tontiş anneannesi (o burada bir süreliğine kalıyor yani 3-4 ay gibi ) bunu Melisa söylerken duymuştum, ben olayı anlatmaya devam edeyim. Sanırım gece bir şey olmuş, ben kafesimden kaçmışım, bunu Melisa anlatırken duydum (artık bunu nasıl yaptıysam ) hiçbir şey hatırlamıyordum. Hatırlamamamın nedeni ise başımı vurduş olmammış. Ben devam ediyorum: Bir yerde ışık açıkmış, sonra Melisa’nın kardeşi kalkmış ve bir gölge görmüş ve çok korkunçmuş. Ama sadece bu gölgeyi görmüş, beni görmemiş; o yüzden de çığlık atmış. Tabii bunu herkes duymuş ve kalkmış; ben çığlıktan sonra kaçarken başımı vurmuşum. Gölge bir anda yok olmuş, herkes kalktığında ise hiçbir gölge görmemiş ve o yüzden Latifa’nın hayal gördüğünü sanmışlar. Ve nasıl olduysa ben kafese geri girmişim ( bunu da nasıl yaptığımı hatırlamıyorum ) bir bakmışlar ben kafesimdeyim.
Sonuç olarak ben bir hamsterim ve öyle kalacağım ve inanıyorum ki buna benzer daha bir sürü olay yaşayacağım.
Melisa KAHRAMAN
7-C
YERYÜZÜNÜN BUZ DAĞI
Merhaba insanoğlu, ben hepinizin tiksindiği çöp variliyim. Ben kendimi yeryüzünün Buz Dağı olarak adlandırıyorum, çünkü hepiniz beni sıradan bir çöp varili olarak görüyorsunuz oysa bende ne hikayeler var bilir misiniz? Ne yaşanmışlıklar, ne hikayeler biriktiriyorum şu kısa ömrümde. Anlatayım da bir dinleyin. Ben Bornova’da bir parkın köşesinde oturuyorum. Yanımda iki komşum daha var. Ama onlar benden biraz daha yaşlı. Biraz da hayattan bezmiş gibiler. Ama ben öyle miyim? Tabi ki de hayır, ben hayatı yaşamayı seven birisiyim ama insanlar bize zarar vermediği sürece. Bazı akşam üstleri küçük çocuklar gelip bizi tekmeliyor. Bundan zevk alıyorlar mı bilmiyorum ama bize zarar verdikleri gerçek, yanımdaki amcamın kapağı kırıldı. Çocuklardan hem çok korkmuş, hem de onlara çok sinirlenmiştim. Keşke elim kolum olsaydı da içimdeki çöpleri onlara atabilseydim demiştim içimden. Bir de kapağı açık olan çöp varillerinden koku yüzünden dert yanarlar, kapağımızı kapatmak yerine, bize hem zarar verip hem de dert yanıyorlar. Anlaşılması güç varlık şu insanoğlu. Neyse olan olmuş gelelim benim bir günümün nasıl geçtiğine… Sabahın ilk ışıkları gözükmeye başlayınca belediyeden çöpçü ağabeylerim dün akşamdan kalan çöpleri almaya geliyorlar. Yaşasın banyo zamanı! Bu temizlikten sonra uyku mahmurluğu falan kalmıyor. Çöpçü ağabeylerim gittikten sonra saat yedi buçukta Ayten Teyze torununa taze ekmek almak için evden çıkıyor. Önümden geçtiğinde o taze ekmek nasıl güzel kokuyor bir bilseniz. Daha sonra Fatma Ablam çıkıyor apartmandan amaç hem köpeğini gezdirmek hem de gazete alıp eve dönmek. Gazete alıp eve dönerken de önümden geçiyor. Bende Fatma Ablam sayesinde günün haberlerine göz gezdiriyorum. Eyvah! Ayten Teyze’nin torununun servisi geldi. Yine bekletti servisi sevimli cadı kız. Ama öyle dediğime bakmayın bir o kadar da akıllıdır. Büyümüş de küçülmüş…Tamam sabah programı tamamlanmak üzere ki Ahmet Amcam ’da çıktı. Şimdi eski Vosvosu çalıştırıp, egzozundan çıkan dumanları yüzüme savura savura yola koyulur. Emekli oldu ama çalışmayı çok seviyor. Sanırım ancak ben emekli olurken o da emekli olacak. Saatte dokuz olmuş. Ne çabuk geçiyor zaman. ’İmdat! Yardım edin.’ Aaa! Yanlış mı duyuyorum ben bir kadın bağırıyor sanki. A! Sevim Abla bağırıyor.’ Çantamı çaldılar!’ Tamam olay anlaşıldı. Yine bu mahallenin esrarengiz hırsızları. Geçenlerde de birinin evine girmişlerdi. Birazdan polis amcalar gelir. Neyse ben size başımın tatlı belalarını anlatayım. Onlar kim biliyor musunuz? Tekir ile Mırmır. Tabi ki de mahallenin kedileri. Her akşam gelir bende karınlarını doyururlar. Mırmır kendi halindedir ama Tekir ne aç kalır ne açık. Varillerin içinde neler neler bulur…Size günümü anlatayım derken zaman ne çabuk geçti ya. Saat yarım oldu bile. Yarım saat sonra mahallenin çocukları okuldan dönerler. Ooo! Mahalle şenliğe döner çocuk sesleriyle. Hava kararınca herkes balkondan aşağı kafayı sallar. ’Duygu! Hadi yemeğe kızım.’, ‘Tekin, Çetin, Metin! Hadi yemek hazır.’, ’Teoman! Acıkmadın mı oğlum?’ diye sesler yükselir mahalleden. Sonra sokakları derin bir sessizlik kaplar. Herkes karnını doyurmakla meşguldür. Çatal, kaşık, bıçak sesleri doldurur her yeri. Evet şimdi en sevdiğim kısma geçiyoruz. Kim ne yemiş, ne içmiş? Apartmanın ışığı yandı. Ayten Teyze ve Fatma Abla konuşa konuşa buraya geliyorlar. Hımm… Ayten Ablalar balık yemişler. Hem de en iyisinden hamsi. Evet birazdan mahallenin tatlı belaları Tekir ile Mırmır gelirler ziyafete. Fatma Ablalar ise tavukla ayran içmişler. Ama Fatma ablam akıllıdır. Ayran kutusunu gidip geri dönüşüm kutusuna attı. Aynı Teoman gibi. Teoman iyi bir çocuktur. Telleri vardır dişlerinde. Onlar da bugün çayla beraber çiğdem çitlemişler. Ama dedesi öyle mi, ne var ne yok benim içime doluşturur. Bazen de kapağımı açmaya üşendiğinden, çöp poşetini yanı başıma bırakıverir. Gün boyu beklerim, bir gören olsa da alsa o poşeti içime bırakıverse. Bununla kalsa iyi, daha Teoman’ın dedesinin ne hikayeleri var bir bilseniz, size anlatırken içim sızlıyor. Oya Teyzemin yaptığı boşalmış lezzetli reçel kavanozları, konserve kutuları, okunmuş günlük gazeteler, Teoman’ın eski kitapları, defterleri. Ne geri dönüşüm kutusu dinler, ne başka bir şey. Hatta kış başında Teoman’ın küçülmüş spor ayakkabıları, küçülmüş kazaklar, gömlekler bile bana geldi. Oysa ki, benden iki adım ötede belediyenin koymuş olduğu geri dönüşüm kutusu ve Kızılay’ın koyduğu giyecek kutusu var. Bir farkına varabilse, bir farkında olabilse… O ayakkabılar, o giyecekler çöp varilinde kokuşup belediye çöplüğünde yok olmaya bırakılacağına, hangi yardıma muhtaç çocuğu sevindirecekti. O kavanozlar, gazeteler, kağıtlar ülke ekonomisi için ne kadar önemli bir bilse. Bu atıklar kullanılarak, onların yeniden üretimde kullanılabileceğini bir bilse, onları bana atarken eminin elleri titrerdi. Ah bir sesimi duyabilseler, Teoman’ın dedesi gibi olanlara neler anlatırdım neler…Hepsi bir milli servet olan parçaların çöpe atmanın ne demek olduğunu… Saat öyle böyle on olmuş. Gece yarısını biraz geçince kağıt, karton, plastik toplayan Orhan’ım el arabası ile her gece beni ziyarete gelir. Şu mahalle sakinleri içinde onun yeri bir başka bende. Bir o biliyor benim kıymetimi, bir tek o iğrenmeden, tiksinmeden dokunuyor bana. İşi bittikten sonra bile kapağımı bir tek o incitmeden kapatıyor. Ben onun ekmek teknesiyim. Herkesin çöp işe yaramaz diye attığı şeylerden, ne cevherler buluyor benden. Metaller, poşetler, camlar, pet şişeler, kağıtlar, kartonlar, plastikler, gazeteler. Benden topladıklarını değerlendirip, evine çocuklarına ekmek götürüyor. Benim can dostum Orhan’ım. Bu gece de Orhan görevini tamamladı. Benimde yanımdakiler gibi uykum gelmeye başladı. İşte benim hemen hemen her günüm böyle geçiyor, gidiyor… İnsanoğlundan isteğim şudur ki bizi tekmeleyip bize zarar vermesinler; canımızı acıtmasınlar. Bir diğer isteğim de bizlerden, belediyede çalışan çöpçü ağabeylerimden, çöp toplayıcılardan iğrenmesinler, hor görmesinler. Kalplerimizi kırmasınlar. Hepimiz hakkını vererek üstümüze düşen görevlerimizi yerine getirmeye çalışıyoruz. Hiç düşündünüz mü acaba biz olmasak ne olurdu bu dünyanın hali… İrem ÖNAL
BEN MASA!
Merhaba, ben masa. Kahverengiyim ve meşe ağacından yapıldım. Dört ayaklıyım ve boyum bir metre. Bir yemek masası olarak dört sandalyem ve onlara oturacak dört sahibim var.
Aslında ben onlara sahip yerine aile demeyi tercih ederim. Çünkü ne zaman sıkılsam ya da yalnız kalsam onlar beni yalnız bırakmaz. Ya benimle yemek yerler, ya oyun oynarlar, ya da birlikte sohbet ederiz. Onlar yemek yerken: “Bir parça üstüme düşsün de ağzım tatlansın.” diye düşünürüm. Onlar sohbet ederken ben de onlara katılırım ama onlar beni anlamaz. Çünkü onlar benim cansız olduğumu düşünürler.
Çiçekleri çok severim. Bir ziyaretçi çiçeklerle gelse de onları vazoyla üstüme koysunlar diye beklerim. Çiçekler geldi mi bir ayrı kokar bu ev. Çiçekler benim süsümden ziyade parfümümdür. Çiçeklerle ne kadar mutlu olsam da çok üzüldüğüm bir konu vardır: Arkadaşım Demir. O da benim gibi bir masa ama onunla hiç ilgilenmezler. Onunla ne sohbet eder ne oyun oynar ne de yemek yerler. Kışın onu o soğukta balkonda bırakırlar. Üstüne bir örtü bile örtmezler. Onlar beni çiçeklerle sevindirirken, o kuş pisliklerine karşı koyamaz. Keşke her zaman ilkbahar, yaz olsa da onu da sevindirseler. Belki de Demir’i ona iyi bakacak birine verirler. Aslında yarın hava güzel. Belki de Demir ile yeni misafirler ağırlayabiliriz.
Ali TUNÇBAY
7-B
BİR KELEBEK OLSAM
Ben bir kelebeğim. Mor, pembe, mavi, yeşil kanatlarımla adeta bir renk cümbüşüyüm. Bütün herkes çok sever beni; çocuklar, gençler, büyükler, yaşlılar.
Renklerimle, havada süzülüp uçuşumla, herkesi huzura kavuştururum. O anda en çaresiz, en başı dertte insanların bile yüzünde kocaman, sımsıcak bir gülümseme oluşur sayemde. En azından onları bir süre dertlerinden, acılarından uzaklaştırmak en büyük hedefim şu size kısacık gelen fakat benim için upuzun ve anlamlı olan hayatımda. En çok kızdığım şey de bu aslında. Siz insanlar ikide bir kelebeklerin hayatı hakkında yorum yapıyorsunuz, durup dururken kısalığından bahsediyorsunuz hayatımın. Ancak sizin benim hayatım hakkında yorum yapmaya hakkınız yok ki. Çünkü ne siz hayata kelebek gözüyle bakabilirsiniz ne biz hayata insan gözüyle bakabiliriz. Bir de şuna çok sinirleniyorum: Siz insanlar kadar bencil yaratıklar hiç görmedim hayatımda. Karnınız doysa bile gözünüz doymuyor sizin. Size gerekenle yetinmiyorsunuz, hep daha fazlasını istiyorsunuz. Boş yere hiçbir suçu olmayan hayvanların etini, yününü, sütünü, yumurtasını alıyorsunuz. Yaşadığım bir günümü anlatmam gerekirse zaten kozamdan çıktıktan sonraki hayatımı anlatmam öyle saatlerimi almaz. Kozadan çıkmadan önceki hayatım da hayat sayılmaz. Kozadan çıkıyorum, rengarenk kanatlarımla rengarenk çiçeklerin üzerinde süzülürcesine uçuyorum. Zaten sonra da hayata gözlerimi yumuyorum. Kısaca hayatın tadını çıkarıyorum da diyebilirim.
Şu an içinden, peki ölünce hiç üzülmüyor musun? diye soruyorsan, seni hiç meraklandırmadan cevabımı vereyim. Hayır üzülmüyorum. Neden mi? Çünkü hayata kelebek gözüyle bakıyorum!
Ceren ÇİV
7-B
DİKKAT METEOR!
Ah! Bu çocuklar benden ne istiyorlar? Ay! Kafama top atmaktan hoşlanıyorlar mı? Bir tekme ordan, şuradan da uçan bir ayakkabı... Eğer anlamadıysanız ben bir çiçeğim. Mor, küçük, fotosentez yapan türden. Birkaç yaprağım vardı onlar da ezildi. Ben bir okul bahçesinde yaşıyorum. Annem ormanda yaşıyor. Anladığım kadarıyla beni bir arı buraya getirmiş. İlk geldiğimde toprağın altında biraz bekledim. Topraktan çıktığımda Pazar günüydü, bu yüzden ezilmeden bol bol güneş ışığı alıp büyüdüm. Sonraki gün yağmur yağdığı için kimse dışarı çıkmadı ve ben de doya doya su içtim. İnsanları gördüğüm ilk gün çok şaşırdım çünkü onların varlığından haberdar değildim. Konuşabilen yaratıklar, inanabiliyor musunuz? Tabii inanacaksınız, siz de onlardansınız. Konuşabilmenize bu kadar şaşırmamın nedeni, inanmayabilirsiniz ama ben ve insanlar dışında hiçbir canlı konuşamıyor. Ben nasıl konuşabiliyorum emin değilim.
Size bir günümü anlatmak istiyorum. Güne erken başlarım ve kimse gelip yapraklarımı ezmeden önce olabildiğince fotosentez yaparım. Büyümeye çalışmam çünkü bunun için kullanılan besine gün içinde ezildiğimde ihtiyacım oluyor. Çocuklar gelmeye başlayana kadar sıkılırsam ölü bitkileri örüp köklerimi güçlendirmek için kullanırım. Bahçe dolunca yere yatar, korunmaya çalışırım. Ders zamanlarını kendimi toparlamak ve dinlenmek için kullanırım. Bazen günlük hayat hakkında düşünürüm. Örneğin nasıl yapraklarımın ezilmemesini sağlarım? Gece herkes gittikten sonra hemen uyumam, önce araştırma yaparım. Yalnız başıma çok sıkıldığım için bu zamanı genelde konuşabilen ve düşünebilen canlılar aramak için kullanırım. Ne yazık ki insanlar düşünemediği için onlarla arkadaş olamıyorum. Uyumam gerekmediği halde rüya görmek hoşuma gittiği için uyuyorum. Anlayabildiğiniz gibi günlerim çok sıkıcı geçiyor.
Yakın zamanda çok ilginç bir şey oldu. Tamam oldu değil, olacak. Evet, ben geleceği görebiliyorum ama sizin göremediğinizi var sayıyorum. Olan şey bir meteor. Size ne zaman olduğunu söylemeyeceğim ama olduğu zaman çok sıcak bir yağmur yağacak. O yağmuru rüyamda gördüğümde kötü bir şey olacağını bildiğim için çok korktum. Meteor çarptığında insan soyunun devam etmesi için bir korunma alanı olması gerekiyor. Seçilmiş birkaç insan oraya gidip meteorun etkisi geçene kadar orada kalacaklar. Sonra alandan çıkıp Kayt adlı gezegenimizi geride bırakıp 0 A-E3 adlı meteorun bıraktığı parçalarla bir uzay gemisi inşa edip Samanyolu Galaksisi’nde bulunan Dünya adlı bir gezegene gidecekler. Orada uzun yıllar yaşayacaklar ama ilk geldiklerinde ilkel bir şekilde hayatta kalmaya çalışmaları gerekecek. Bana ne olacak bilmiyorum ama umarım Dünya denilen bu yerdeki ilk bitki olurum.
Bu bilgiyi paylaşmamın tek nedeni meteor çok yakında ve daha kimse fark etmedi. Eğer hemen fark edilmezse insanları koruyacak alanın yapılması için zaman kalmayacak! Lütfen bu mektubu bulan benim şaka yaptığımı düşünmesin ve bir yetkiliye ve bilim adamına bilgi versin. Şimdiden teşekkür ederim.
Naz KARAİSMAİLOĞLU
7-B
SU DAMLASI
Merhaba, ben su damlası. Bugün uyandığımda etrafta bir koşuşturmaca vardı. Ne olduğunu anlamaya çalıştım ama bağrışmadan başka bir şey duyulmuyordu. Yanımdan koşarak geçen birine neler olduğunu sordum ama sadece aşağıya inmemiz gerektiğini söyledi. Ne olduğunu anlamamıştım, sonunda bir arkadaşım yanıma geldi ve olanları anlattı. Aşağıya inmemiz ve insanlara yağmur götürmemiz gerekiyormuş çünkü barajları kurumuş ve kuraklık varmış, bu yüzden de toplanıyormuşuz. Arkadaşım bana bunları söyledikten sonra başkalarına da haber vermemi söyleyerek uzaklaştı. Hala uyumakta olan arkadaşlarımı uyandırmak üzere yanlarına gittim. Onlar da uyanınca etrafa dağıldık. Başkalarını da uyandırmak üzere gezerken yaşadığımız bulutun kenarına geldiğimi fark ettim. Uzaktaki başka bulutlardaki koşuşturmayı görebiliyordum. Başlarındaki komutan olan su damlası onlara aşağıya nasıl inecekleri ve bulut üzerine nasıl yerleşecekleri hakkında bilgi veriyordu. Bizim başımızdaki komutan olan su damlasının bizi bir yere çağırdığını gördüm. Ben de o tarafa doğru yürümeye başladım. Komutanımızın anlattığına göre bulutumuzun kenarındaki kaydıraklarda sıra olacaktık. Sonra da işaret verildiğinde kaymaya başlayacaktık. Ben ilk kez deneyecektim bu yüzden çok heyecanlıydım. Benden büyük arkadaşlarımın anlattığına göre çok eğlenceliymiş, aşağıya indiğinde de kurumadan diğerlerinin yanına gitmemi önerdiler. Komutanımızın da anlattığına göre bir yerde birleşip bir süre bekleyecekmişiz sonra yine bulutlara yükselecekmişiz. Daha önceden bunu çok yapmış olan bir su damlasının başına gelenleri bir bilseniz! Birkaç hafta aşağıda kalmışlar sonra kurumalarına çok az kaldığı bir anda bulutlara yükselmeye başlamışlar. Acaba benim başıma ne gelecek çok merak ediyorum. Güneş kardeş umarım bize de merhametli davranır da hemen bulutlara yükseltir. Bunu nasıl yaptığını hiç bilmiyorum ama o yükseltiyormuş bizi. Ben bunları düşünürken diğerleri kaydıraklara ulaşmıştı bile. Ben de hemen arkalarından gittim. Heyecanlı kısa bir bekleyişten sonra komutanımız işaret verdi ve sıranın başındaki kaymaya başladı. Bulunduğum sıra biraz uzundu ve ben sıra bana yaklaştıkça heyecanlanıyordum. Sonunda önümde sadece bir kişi kalmıştı, o da kaydığında heyecanım on katına çıktı. Artık sıra bendeydi, kaydırağa oturdum ve önüme baktım. Arkamdakiler beklemememi ve artık kaymamı söylüyorlardı. Sonunda arkamdaki su damlasının beni itmesiyle kendimi süzülürken buldum. Evet, anlattıkları gibi çok eğlenceliydi. Aşağıya yaklaştıkça insanlarında bizler gibi koşuşturduğunu gördüm hepsi şemsiyelerini çıkarmaya çalışıyordu. Şemsiyelerden kaçarken bize benzeyen ama yere düşmüş bir çocuğun yüzünde bulunan bir su damlasıyla karşılaştım. Ona kim olduğunu sordum, o bir gözyaşıymış. Çocuk yere düştüğü için canı yanıyormuş ve üzülüyormuş. Böyle durumlarda ortaya çıkarmış onlar. Acaba biz de bulutların canı yandığı ve üzüldüğü için mi ortaya çıkmıştık? Hayır, öyle değildi; biz dünyadaki kuraklık ve barajların boş olması nedeniyle ortaya çıkmıştık. Ben dalmış bunları düşünürken birden bir şemsiyeye çarptım. Canım o kadar acıdı ki! Ölüyorum zannettim. Biraz dinlendikten sonra acım yavaş yavaş azaldı ve sonunda geçti. Etrafıma baktığımda hala şemsiyenin üstünde olduğumu ve diğer su damlalarının bir yerde toplanmakta olduğunu fark ettim. Sonra bize verilen öğüdü hatırladım. En yakınımızdaki su damlalarıyla birleşmemiz gerekiyordu. Böylece kurumayacaktık. Ben de hemen onların yanına gittim, kol kola girerek birleştik. Aramızdaki en deneyimliler başımıza geçtiler. Asla ayrılmamamız ve tek başımıza hareket etmememiz gerektiğini söylediler. O sırada en yakın arkadaşımı gördüm ve onun yanına gitmek istedim. Ancak yanına gidemedim çünkü kurumamamız için gereken kurallar bunlardı ve bizim uymamız gerekiyordu. Yerimde kaldım. Şemsiye sonunda kurumak üzere yere bırakıldığında biz de aşağıya kaymaya başladık. Sonunda yere indiğimizde bir yapının içinde olduğumuzu fark ettik. Hızla kapıya doğru ilerledik. Aslında bunu yapmamamız gerekiyordu ama sayımız çok az olduğu ve kurumamamız gerektiği için başka su damlalarını bulmalıydık. Yolda küçük gruplar halinde olan su damlalarıyla karşılaştık ve onları da yanımıza aldık. Hızla büyüyorduk. Dışarıda bizim gibi bir topluluk gördük. Hemen yanlarına gittik ve onlarla birleştik. Artık yeterince büyüktük ve beklememiz gerektiğini biliyorduk. Ben de yanımdakilerle sohbet etmeye başladım. Güneşin pek fazla olmadığını ama artacağını söylüyorlardı belki de böyle birkaç gün kalabilirdik. Aradan saatler geçti. Biz inerken hava karanlıktı yani geceydi. Şimdi ise öğlen oldu sanırım. Ben biraz uyumaya karar verdim. Uyandığımda herkes heyecanlı gözüküyordu. Sanırım yakında yükselecekmişiz. Ben uyurken yanımıza birkaç küçük grubun daha eklendiğini fark ettim. Sayımız artmış. Birden yanımdaki yükselmeye, buharlaşmaya başladı. Ne olduğunu anlamıştım. Artık yukarı çıkacaktık. Birden ben de yükselmeye ve buharlaşmaya başladım. İnanamıyordum, bu aşağıya inmek kadar eğlenceliydi. Yavaş yavaş yükseldim, dünya küçülmeye, insanlar gözükmemeye başladı. O sırada artık yaşadığım buluta yaklaştığımı fark ettim. Sonunda bulutuma ulaştığımda kendimi yine bir su damlası şeklinde buldum. Uyuyacağımız yerlerde toplandık. Sonra herkes birbirine yaşadıklarını anlatmaya başladı. Herkes çok eğlenmişti. Özellikle bir arkadaşım tam ezilecekken kurtulmuş, başka birisi bir arabaya çarpmış ve rüzgârdan da yere düşmüş. Herhalde canı çok acımış olmalı diye düşündüm. Artık çok yorulmuştum. Arkadaşlarıma iyi geceler diledim ve tatlı bir uykuya daldım.
Elifnaz ERTÜRK
7-B
BAŞIMA GELENLER
Merhaba, size kendimi tanıtayım. Mahallelinin bana taktığı lakapla ben Ayaksız. Bana bu ismi vermelerinin sebebi bir ayağımın olmaması. Yani anlayacağınız üzere 3 ayaklıyım. Doğduğumda da böyle olduğumu düşünürsek büyük ihtimal akraba evliliğinin sonucu yani siz siz olun asla akraba evliliği yapmayın. Her neyse konumuza dönelim. Ben sokakta yaşamaktan bıktım. Çünkü diğer köpekler bana çok kötü davranıyor. Bana verilen bütün yemeklerin hepsini alıyorlar. Kediler deseniz onlar köpeklerden de fena, e ne demiş sizin atalarınız: “Boyu yere yakın olandan kork.” Durmadan beni tırmalıyorlar, ben de bir şey demiyorum, küçüktürler diye. Bir gün yemek arıyordum ve bir şey gördüm. Güzeller güzeli bir kız ve simsiyah giyinmiş, kızın çantasını tutan bir adam. Bu adam kapkaççıydı. Kız yardım çığlıkları atıyordu ama etrafta kimse yoktu. Tabii benden başka. Hemen adamın bacağını ısırdım, adam kemerini çıkardı ve bana vurmaya başladı. Kız bırak onu diye çığlık atıyordu, ben ise adamın bacağını daha çok ısırdım ve kanattım. Adam kaçtı, benim ise gözlerim kararıyordu. Uyandığımda bir veterinerdeydim. Yanımda da o güzel kız vardı. Veterinerle konuştuklarına kulak verdim. Kız beni sahiplenmek istiyordu, bunu duyduğum an çok mutlu oldum ve havlayıp kuyruğumu sallamaya başladım, beni fark ettiler. Kız bana bir tasma yaptırmıştı, üzerinde Bonbon yazıyordu; sonunda o çirkin lakaptan kurtulmuştum. Kızın evine gittim, yani yuvama. Çok tatlı kocası ve çocukları vardı. İşte o hırsızlık olayından sonra mutlu mesut yaşıyorum.
Doğa ESMEROĞLU
7-A
BEN BİR KEDİYİM VE BU DA HAYATIM
Merhaba benim adım Pati. Uzun, parlak, beyaz tüylerim ve güzel mavi gözlerim var. Zengin bir ailenin villasında yaşıyorum. Sahiplerim çok iyi insanlar, özellikle de kızları… Kızın adı Bahar. 13 yaşında çok tatlı ve güzel bir kız. Ailesi genellikle işle ilgilendiğinden Bahar ile pek fazla vakit geçiremiyor. Bu yüzden beni aldılar.
Her gün uyanıp Bahar’ın okula yetişme telaşını izliyorum. Hatta bazen ona yardımcı bile oluyorum. Ona yardımım dokununca ben de o da mutlu oluyoruz. Her gece alarmını kuruyor ve sabah uyanıyor. İlk işi benim kahvaltımı koymak oluyor. Ve bakıcısını unutmamak gerek Hatice. Orta yaşlarda bir kadın, evin bütün işleri için saçını süpürge ediyor ama bundan mutlu oluyor. Ayrıca beni de çok seviyor. Bahar okula saat 9’da gidiyor ve akşam saat 4’te eve dönüyor. O zamana kadar bakıcısı Hatice ile birlikte oluyoruz. Evet, bazen evde yalnız kalınca sıkılıyorum çünkü genellikle Hatice temizlikle ilgileniyor ve ben de yalnız kalıyorum. Bazen bahçede kendi kendime oyunlar oynuyorum ama o da bir yere kadar götürüyor. Akşam saat 4’ü sabırsızlıkla bekliyorum. Bahar eve okul bittikten 10 dakika sonra geldiği için onu her zaman kapının girişinde bekliyorum. Servis kapının önünde duruyor ve Bahar geliyor! Kapıdan içeri girip başımı okşuyor ve onunla birlikte odaya çıkıyoruz. Okuldan gelince genellikle ödevlerini ilk önce yapıp bitiriyor ve benimle oyun oynuyor. Bana lazer oyunları yapıyor ve ben de bir aslanın ceylanı avlamaya çalışması gibi lazeri yakalamaya çalışıyorum. Ama istisna durumlar da olabiliyor. Mesela çok yorgun oluyor ve benimle daha az vakit geçiriyor, üzülüyorum ama bunu dert etmiyorum, ben de onunla birlikte dinleniyorum.
Gece olunca, herkes yatakta oluyor. Saat gece yarısı gibi ailesi eve gelip Bahar’ın yanağına yumuşak bir öpücük konduruyorlar ve uyumaya gidiyorlar. Vee sabah olunca yine aynı rutin yaşanıyor.
Selin ÜLKEN
7-A
BİR BUZDOLABININ GÜNÜ
Buraya mutfak diyorlar galiba. Ben de buzdolabı. İki tane bölmem var. Biri soğutucu, biri de buzluk. Soğutucuda daha çok donması gereken yiyecekler, buzlukta ise soğuk olmasını istediğimiz ya da soğuk olması gereken yiyecekler var. Benim olduğum evde yaşayan insanlar buzluktansa soğutucu kısmımı daha fazla kullanıyorlar. Benim içimden hep yiyecekleri alıp sağımda duran ocakta pişiriyorlar. Ve piştikten sonra onları yiyorlar. Ya da yiyecekleri doğrudan alıp yiyorlar. Çok garip bir yer burası. Bir sürü dolap ve çekmece var. Dolapların ve çekmecelerin içlerinde de çatal-kaşık-bıçak, tabak gibi şeyler var. Bir de hep gözüme takılan, adına sandalye denilen bir şey var. Tam benim önümde duruyor. Aslında bir değil birkaç tane var sandalyelerden. İnsanlar hep onlara oturuyorlar mutfakta. Oturmadan olmuyor sanki.
Her günkü gibi yerimde sıkılıp duruyordum. Evdekiler telaş içindeydiler. Nedenini bilmiyordum. Yine bir yere mi gidiyorlar diye düşündüm. Kendi aralarında konuşmaya başladılar.
–Hadi artık! Geç kalacağız. dedi Zeliha Hanım.
"Keşke ben de tatile gidebilsem." dedim içimden. Gidemeyeceğimi bile bile boşuna ümitleniyordum. Neyse ki arkadaşlarım yanımdaydı. Üstüme yapışık olan mıknatısları hiç sevmiyordum. Çünkü üstümden hiç inmiyorlardı. Onların ağırlıklarını taşımak zorunda kalıyordum. Ama yanımda duran rafları çok seviyordum. Onlar da benimle aynı durumu yaşıyorlardı. Rafların üstünde bir sürü bardak duruyordu. Raflarla hep dertleşip konuşuyorduk. Derken evin küçüğü Ayşe, annesine seslendi.
–Anne! Ben de sizinle tatile gelmek istiyorum.
–Olmaz kızım. Sen ablanla evde kalacaksın.
-Of! Tamam.
Bu konuşmaları duydum içeriden. Zeliha Hanım ve eşi Mehmet Bey, çıkmak üzerelerdi evden. Yarım saat sonra evden çıktılar. Ayşe, ablası Melis’in odasına gitti.
-Abla, ne yapıyorsun?
Melis kardeşinin dediğine aldırmadan internette gezinmeye devam etti. Ayşe tekrar aynı soruyu sordu. Ablası yine cevap vermedi. Ayşe mutfağa geldi, benim buzluk kısmımı açarak bir yiyecek aldı. Sonra o yiyeceği ocakta ısıttı. Önümdeki sandalyelerden birine oturdu ve tabağı masaya koyarak yemeğini yemeye başladı. İçeriden bir gürültü duydum. Ayşe koşarak sesin olduğu yere gitti ve bir çığlık duydum. Ama hareket edemediğim için hiçbir şey yapamadım. Mutfağa, daha önce tanımadığım bir adam girdi. Telaş içinde çekmecelere, dolaplara bakmaya başladı. Ne yapıyor olabilir diye düşündüm. Ama aklıma hiçbir fikir gelmedi. Adam bana doğru yaklaştı ve kapağımı açtı. Ama sonra kapatıp başka bir odaya girdi. Acaba Ayşe ve Melis’e ne olduğunu düşündüm. Birden aklıma geldi ki, biraz önce benim kapağımı açan bir hırsız mıydı? Evet. Kesinlikle bir hırsızdı bu adam. Çok emindim. O kadar emindim ki Melis ve Ayşe’ye bir şey yapmış olabileceğini bile düşündüm. Ertesi gün kapı açıldı ve içeriye birileri girdi. Konuşmalarından anladım. Eve girenler Zeliha Hanım ve Mehmet Bey idi. Zeliha Hanım kızlarına seslendi.
-Kızlar! Biz geldik.
Zeliha Hanım kızlardan ses alamayınca korktu. Odalarına gittiğinde Ayşe uyuyor, Melis ise bilgisayarda oyalanıyordu. Zeliha Hanım ve Mehmet Bey bir oh çektiler. Hırsız falan da yoktu. Ben yanlış düşünmüşüm. Ama hala dünkü çığlık sesinin nereden geldiğini anlayamamıştım. Artık bu merakla yaşayacaktım.
Defne PEKMEZ
7-A
HAYAT AĞACININ ÖYKÜSÜ
Merhaba arkadaşlar. Ben Hayat adında bir ağacım. Bir ormanda yaşıyorum. Aslında bir piknik alanı. İnsanlar buraya sürekli gelirler ve güzel vakit geçirirler. Yaşadığım yer orman olmasına rağmen çok yeşil değil ve aynı zamanda biraz kirli. Ben insanları çok sevmeme rağmen bazılarından hoşlanmıyorum.
Sizinle bir anımı paylaşacağım: Bir gün ormana bir aile geldi. Küçük bir çocukları vardı. Çok sevimliydi. Bir süre sonra aile piknik yapmaya koyuldu ama ters giden bir şey vardı. Her yerde ateş yakmayın tabelası olmasına rağmen aile ateş yaktı. Daha sonra aile arabadan yiyecek almaya gittiğinde küçük çocuğa usluca orda oturmasını söylediler ama çocuk onları dinlemedi ve küçük bir dal alıp onu ateşe tuttu. Daha sonra ne yaptı dersiniz? Ucunda ateş olan dalı bana doğru yöneltti ve köklerimi ateşe verdi. Aile koşarak geldi ve çocuklarını alıp gitti. O zaman gerçekten çok üzüldüm ve yanıldığımı anladım. İnsanların çok merhametli, bizi önemseyen kişiler olduklarını sanmıştım. Bize değer verselerdi beni ateşler içinde yanarken bırakıp gitmezlerdi. Gerçekten yanılmıştım. İnsanlar bize değer vermiyordu. Bizi yakıyor, dallarımızı kırıyor ve incitiyorlardı.
Bir süre sonra arkadaşlarıma da aynı şeyi yaparlar diye korkmaya başladım. Ama korkunun ecele faydası yok. Her günü korkarak geçiremezdim. İşte o günden sonra insanlardan korkmamaya, cesur olmaya çalıştım. Yine de yaşadığım o günü hiç unutmuyorum.
Delfin ODABAŞI
7-A
KANEPENİN KEYFİ
Salondaki tek kanepe olmam ev halkının akşam okuldan ve işten gelince sadece benimle vakit geçirmelerini sağladı. Geniş rahat oturma minderlerim, kaz tüyü dolu sırt minderlerim ve koyu gri rengimle salondaki tek ilgi odağı bendim. Sağ tarafımdaki koyu kahve ve rahatsız tekli koltuk hiçbir zaman cazibe merkezi olamadı. Televizyonun tam karşısında olmam ve önümde duran rahat puf sayesinde televizyon sefasının vazgeçilmezi oldum.
Bütün ev halkı sabah işe ve okula gidince evdeki kediyle yalnız başıma kalırdım. İran kedisi olan Badem sarı uzun tüylü, yavaş yavaş yürüyen hantal bir kediydi. Yanıma yaklaşınca üstüme atlamadan önce patileriyle kolumu iyice gıdıklar sonra üzerime zıplardı. Uzun tüyleriyle üstüme yayılarak akşama kadar uyurdu. Bu kedi çok uykucuydu. Bazen evin temizlikçisi gelip üzerimi iyice süpürüp, kaz tüyü minderlerime iyice vurarak kabartırdı. Bu benim çok hoşuma giderdi. Eve önce okuldan küçük kız gelirdi. Yanımdaki yemek masasına hiç oturmaz, yemeği bile benim üzerimde yerdi. O sırada televizyon izlediği için bazen yemeği üstüme dökerdi. Rengim koyu olduğu için üzerimde hiç leke kalmazdı. Bazen arkadaşları gelir üzerimde zıplarlar, bazen de kedi ile koşuştururlardı. Gece geç saatlerde evin annesi yorgun argın işten gelir, yorgunluğunu benim üstümde atar ve ayaklarını önümdeki pufa uzatırdı. Geceye kadar bütün minderlerimde oturulur, televizyon izlenir. Çok keyifli zamanlar geçirilirdi. Yatma vakti geldiğinde tüm ışıklar söner, ev halkı odalarına giderdi.
İşte o zaman yalnızlığım başlardı. Hiç kimse bir kanepede uyumak istemezdi. Evin kedisi bile ev sahiplerinin yanında yatardı. Keşke hiç gece olmasaydı ve herkes benimle sabaha kadar vakit geçirseydi. Veya sadece bir salon kanepesi olmaktansa aynı zamanda yatak da olabilseydim, işte o zaman sabaha kadar evin küçük kızını üstümde uyutabilirdim.
Ece GULÇUR
7-A
6 Aralık 2013 Cuma
Hani… Hani hayatında birçok insan seversin ya. Ben de sevdim. Hem de çok insanı. Bu sırada bir arkadaş buldum kendime. Tatlı, yakışıklı, masum ve her zaman güveneceğim biriydi o. Güvendim de. Onunla çok zaman geçirdim. Okul olsun, dışarısı olsun, farklı ülkeler olsun her zaman konuştuk biz. Aramızda bir bağ oluştu. Zamanla bu bağ gelişti. Ama her zaman birbirimize karşı mesafeli davrandık. Herkes bizi sevgili sandı. Oysa biz hiç birlikte olmadık. Arkadaşken bile başka insanlarla çıktık. Bu insanlara bağlandık. İnsanlar gidince de o beni, ben onu teselli ettim. Büyüdük. O daha çok ilgi çeken bir erkek bense tüm erkeklerin dikkatini çeken bir kız oldum. Yanlış olmasın biz hala arkadaştık. Günler geçti. Bir gün sanırım okulun son dakikalarında içimde bir şeyler oldu. Ona sarılmak istedim. Etrafıma bakındım. Tam arkamdaydı. Ona doğru koştum. O sırada içimdeki tüm buzlar eridi.20 saniyelik cesaretti bu. Ona sıkıca sarıldım. Çok şaşırmıştı. Kulağına sessiz bir şekilde ‘’sana aşığım ’’ dedim. Ne tuhaftır ki bunu istemsizce söylemiştim. Afalladı. Sonra bana sıkıca sarıldı. Anladım ki o da bana anlamasa da delicesine âşıktı. Ardından beni birkaç tur döndürdü. Ve bana şöyle dedi; ben de sana aşığım. Sonra elini belimden çekti. Çok mutlu ve tuhaf bir duyguya kapıldım. Yüzüne baktım. Mavi gözleri vardı. Benim ise koyu kahve. Yüzüne bakarken gözlerindeki parıltıyı fark ettim. O güzel mavi gözleriyle gözlerimin içine baktı. Ona gülümsedim. O da bana masum bir tebessümle baktıktan sonra dudaklarıma yavaş ama sevgi dolu bir öpücük kondurdu. Sevinçten ağlamaya başladım. Gözyaşlarımı sildi. Ardından hoşça kal anlamında yanağıma bir öpücük kondurdu. Hoşça kal demeden daha doğrusu biz neler olduğunu anlamadan uzaklaştım bile. Eve giderken anladım. Sevdiğim tüm insanlar yalan, o gerçekti. Bu olaydan sonra beni birçok kez aradı. Fakat ben ne telefonlarını aşabildim ne de karşısına geçebildim. Çok utanmıştım. Utancım geçince yanına gittim. Bana tekrar sıkıca sarıldı. Çok mutluydu. Ben de tabi ki. Biraz yürüdük ve konuşmaya başladık. Sevgi çiçeğimiz açmıştı. Bir anda utangaç ama sevimli bir şekilde elimi tuttu. Bir an ikimizde ellerimize baktık. Utandım. Biraz gerildi. Sorun mu var diye sordu. Tereddütlü bir şekilde sordum; bu olanları unutmak ve bunlar hiç yaşanmamış gibi davranmak ister misin? Beni kendine çekti ve şöyle söyledi. Ölmediğimiz sürece senden vazgeçmem! Mutluluktan havalara uçtum. Beni emin bir şekilde öptü… O gün, evet o gün anladık biz asla ayrılmayacaktık. Ayrılmadık da. Hala birlikteyiz henüz 20-21 yaşında olsak da şu an evli ve hala çok mutluyuz. Bu anıyı anlattığım için mutluyum ve şunu unutmayınız; hayatını paylaşacağınız insan tem karşınızda. Birbirinizi seviyorsunuz. Bunu unutmayın ve ona göre yaşayın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)