9 Aralık 2013 Pazartesi
SIRADIŞI BİR MELEK
Evimdeydim. Böylesine huzur dolu başa bir yer yoktu. Her ölen kişi için kendi cennetleri vardı, en sevdiğim ise küçük bir kız çocuğu olan Arya'ya aitti. Küçücük yaşına göre, çok büyük bir hayal gücü vardı. Nehrin akan sesi bana huzur veriyordu. Nehrin hemen karşısında eski dönemlerin tahta bankları vardı. Yeni dönem çocuğun nostaljik düşünmesi her zaman içimi bir hoş yapıyordu. Yavaş adımlarla banka ilerledim, daha sonra da oturdum. Suyun sonsuzluğa gidişini izlemek ise ayrı bir his yaratıyordu içimde, mutluluk ile hüzün karışımı. Buralara veda etmek, hatta genel olarak veda etmek yapmayı sevdiğim bir iş değildi, her zaman sadece çekip giderdim. Bu sefer kendi kurallarıma karşı çıktım. Bir kanat sesi duydum, kafamı çevirdiğimde Dijbril'i yanımda gördüm, 200.000 yıllık kardeşliğimiz olmasına rağmen hala düşüncelerimi keserek, bir anda ortaya çıkmasına alışamamıştım. İnanç meleği. Serbest bıraktığı beyaz kanatları masmavi gökyüzünde savrulurken ağzından şu sözleri döktüğünü duydum:
-Her ne kadar en yakın gördüğüm kardeşim olsan da, inancını kırdığın zaman devreye girmek zorundayım, üzgünüm kardeşim. Bu noktada, sana veda etmek zorunda kalacağım. Bir şey söylemek için alınan uzun soluklu nefesi aldım ve tam ağzımı açtım... Nafile. Bir anda gelmesi kadar, gitmesi de ün kazanmıştı. Uzun nefesin boşluğa hepsini verdim. Kardeşimin beni yasara tercih etmesi olmayan kalbimi kırmıştı, şayet biz saf sevgiden yapılmış olsaydık kardeşini seçmesi gerekirdi, beni. Gene sorguluyordum işte…
Tam o sırada bir Karoz -rapor meleklerine verilen genel bir ad- yanıma yaklaştı:
-Rapor. Cennet gibi bir yerde hala neden insan teknolojilerini kullandıklarını anlamıyorum, birbirimize psişik yolla mesaj gönderebiliriz. İşimi seviyorum ancak bu gerçekten çok mantıksızca.
Komik fakat doğruydu.
-Sorguluyorsun, dikkat et. Benim gibi olursun daha sonra, yanlış anlarlar seni de. Gerek yok, dedim havada uçuşan uçurtmaları seyrederken. Karoz yüzünü buruşturdu.
-Ah, evet o konuya gelecek olursak. Raporun burada, raporda yazıldığı üzere, fazla sorgulamanın ve inancını kaybetmenin sonucu cennetten atılacaksın. Dünya saatine göre 10 dakika sonra Grigoriler'e katılacaksın.
Sesi keskinleşmiş ve bir anda ciddileşmişti. Benim sesim onun yanında çok cılız ve savunmasız kalmıştı.
-Beni düşüreceklerini mi söylüyorsunuz? Dünyaya, insanların arasına? Onlar gibi bir yaşantım mı olacak?
İstemeyerek ‘’evet’’ anlamında kafasını salladıktan sonra söylenerek uzaklaştı. Meleklerin düşürüldüğü odaya doğru çıktım. Oda doğru bir tabir değildi ancak cennet tek bir yer olmadığı için her bir bölmeye ne diyeceğimi bilmiyordum. İnsanlar kendi evlerindeki bölmelere, oda diyorlardı. Ben de kendi evimdeki –saniyeler sonra bir daha asla geri dönemeyeceğim evimdeki- bölmelere oda demeyi mantıklı buluyordum. Odaya vardığımda, gözlerimi, kulaklarımı ve burnumu sardılar ardından ellerini bağladılar. Cennette ukalalıkla adım çıkmış biri olarak daha fazla dayanamadım:
-Her şeyi anlarım da, bağlamanızı anlamıyorum, ben kutsal bir varlığım. Hala duyabilir, görebilir ve koku alabilirim, hatta çok daha ötesini. Cümlem biter bitmez Shaqiel ağzımı kapattı. Gökyüzü meleği, hayatımda gördüğüm en güzel melek. Gece mavisi saçlarının arasındaki yıldızlar, kanatlarının arasındaki beyaz bulutlarla çarpışıyordu. Homurdanarak ağzımı bağladı. Hepsi geri çekildi. Benim için geri sayım yapıyorlardı, Enochian'ca. Meleklerin dili siren sesi gibiydi ve bu bazen bizi bile rahatsız edebiliyordu. Düşüncelerimi dinlerken düşeceğimi unutmuştum, bir anda altımdaki yerin kaydığını hissettim, daha sonra da hiçliğin içine düştüm. Kanatlarımı yanmamaları için içime sokmuştum ama o kadar hızlı düşüyordum ki derimin altına kadar işliyordu ateş. Ne olup bittiğini anlamadan bir arabanın önüne düştüm. Bana çok kabaca ve rahatsız edici bir ses çıkardı, "DIIIT!". Herkes benim orada olduğumu fark etmemiş gibiydi. Gökten bir melek -onlara göre insan- düşüyor ve ne olduğunun farkına varmıyorlar. Fark edilmemek rahatsız etmişti biraz. Dünyadakiler buna ‘’ego’’ diyorlardı sanırım, evet egom tatmin olmamıştı. Ancak daha sonra, beni fark ettikleri an anladım ki her zaman fark edilmek iyi olmayabiliyor. İnsanların bana bakışları, konuşmaları o kadar itici ve yabancıydı. Hepsi çok kabaydı. Bakışları en aşağılayıcı sözden beterdi. Grigori'leri bulmam lazımdı. İzleyiciler. Benim gibi cennetten atılıp insanların arasına karışarak onları koruyan melekler. Bir mağazaya doğru yürüdüm, bir şey beni oraya çekiyordu sanki. Kapıyı ittirdim, içerisi karanlıktı. Ancak altın sarısı kanatları bütün odaya ışık yayıyordu içerdeki kişinin.
-Merhaba, az önce düşüşünü gördüm, epey sert bir düşüştü, canın yanmış olmalı, umarım kanatlarını korumuşsundur, bayağı işine yarayacaklar onlar, buralarda hızlı hareket etmen gerekiyor, bu arada ben Melioth Grigori. Dünyadaki arkadaşlarım kısaca 'Mel' diyorlar.
-Merhaba, Elimiel. Ay meleği. Evet, çok yumuşak bir düşüş olduğunu söyleyemeyeceğim. Dünyada arkadaşlarım yok ancak olsalardı sanırım...
-Eli. Ama su an Amerika'da olduğunu düşünürsek Ely. Ah, boş versene, bir daha görevine devam etmeyeceksin, ne meleği olduğuna kimse bakmaz; burası dünya, çoğu inançsız. Bu arada kendine bir erkek beden bulmuşsun. Bu seçimi sen mi yaptın?
-İçinde bulunduğum bedenin erkek olduğunun farkında değilim. Yani buna erkek dendiğinin.
-Öyleyse benimle gel.
Kolumdan narince yakaladı, altın rengi kanatlarını çırptı. Ve sonrasında anlayamadığım bir yere geldik. Herkes bağırıyordu. Bağırarak etrafta koşturuyorlardı. Mel kolumu çekiştirerek bir odanın önünde durdu.
-Burası bir okul, çocuklar yani yeni doğan insanlar biraz büyüdüklerinde eğitim almak için buraya gelirler. Seni de bu yüzden buraya getirdim.
Kapıyı çalmadan doğrudan içeri daldı. İcerde akvaryum vardı. Odadaki hiçbir detaya bakmadan içindeki balıklara koştum ki bu yapacağım iş değildi, ayrıntılara bakmak ve onları incelemek hayatımın anlamı gibi bir şeydi. Balıklar, gene harika yaratılmış canlılar, kemiklerine rağmen o kadar esnek hareket ediyorlardı ki… Sanırım balıklara biraz cahilce bakmıştım, Mel beni dürttü.
-Bu Profesör Grigori. Sana bazı konularda yardımcı olacak.
Benim konuşmama fırsat vermeden doğrudan lafa daldı profesör:
-İlk düştüğüm zaman ben de senin gibiydim, zaman içinde bunları öğrendim, bunları ve daha birçok şeyi. Kendimi insanlığa adadım ve şu anki halime bak: Bir öğretmenim ve insanları yetiştiriyorum, şu an 200.000.000 küsur yaşında bile olsan, insanların çocuklarıyla aynı bilgi düzeyindesin. İnsanlık açısından bilgiler yani. Bu kadar şeyi öğrendikten sonra düşen diğer arkadaşlarına öğrettim. Burada düştüğümüz için ve neredeyse insan olduğumuz için kardeş diyemeyiz her meleğe, birazdan anlarsın nedenini, öğrenme sırası sende.
-Ne yapmam gerekiyor?
-Sadece eğil.
-Yalnız bir saniye bekleyin. Ben çok ayrıntıcı biriyimdir de...
-Mel'in arkadaşısın. Şaşırmamak gerek. Her neyse evet?
-Masanın üstünde duran karınız mı, doğru söyledim, değil mi? İnsanların beraber olduğu, aynı evde yaşadıkları kişiler?
-Evet, evet doğru söyledin.
-Ama çocuklar var. Melekler çocuk yapamaz.
-Artık düşmüş meleksin, seni öteki meleklerden ayıran insani özelliklere ihtiyacın var değil mi? Diyorum işte, birazdan öğreneceksin. Simdi, eğilir misin?
Dizlerimin üstüne çöktüm. Ellerini kafamın etrafına sardı. Gözlerimi kapattım. Göz kapalıyken bile hissedilebilen mor bir enerji yayıldı odaya. Morun bazı yerlerde bilginin temsili olduğunu duymuştum zaten. Anladığım kadarıyla şu an bilgi transferi yapıyordu, psişik yolla. Hala Melekimsi özelliklerimizi kaybetmeyişimiz sevindirdi beni içten içe. Mor ışığın gittikçe azaldığını hissettim, yerini karanlığa bırakıyordu.
Sarışın, hafif uzun saçlı bir oğlan ve sarışın, saçları toplu bir kız kafalarını eğmiş bana bakıyorlardı. Arkadan Mel'in sesi geliyordu "Ely uyanma vakti.” Sarışın çocukların yardımı ile ayağa kalktım, oğlan:
-Ben Daff. Bu da kardeşim, Daniella, dedi.
- Merhaba.
Ayağa kalkmamla odanın tıka basa dolu olduğunu fark ettim. Tanışmak için can atıyordum. Can atmak. İnsani şeyleri hissetmek tuhaftı. Ben düşününceye kadar Mel onları sıraya sokmuştu bile. En önde saçları Axl Rose'un gençliğini anımsatan bir çocuk vardı, Axl Rose? Kim olduğunu nereden biliyordum, ya da biliyor muydum? Evet, efsane rock gruplarından biri olan Guns N’ Roses’ın solisti. Vay canına, bilgi aktarımının en ufak ayrıntıyı bile atlamaması iyiydi. Düşünürken dalmışım, çocuk:
-Hey! Bizimle misin, ahbap? Beni hep Axl Rose’a benzetirler. Tanıyorsundur. Zaten ismimi pek sevmem, genelde Axl diye çağırırlar. Her neyse, gerçek adım Jack.
-Konuşma tarzından anladığım kadarıyla insan olmalısın?
Ancak Jack beni dinlemeyi bırakmış, Mel ile dalga geçmekle uğraşıyordu. ‘’Ben Axiliel. Kısaca Axl. Ahaha… Av! Vurmaya hakkın yoktu Mel, gerçekten siz meleklerin isimleri hep böyle.’’ Ah, kesinlikle bir insandı. O sırada diğer insanları duydum.
-Ben Kabriel. Kab diyenler var.
-Ben Kaya. Ve bu da kardeşim Miranda.
-Ben Shamsiel
-Ben Sariel ve kardeşim Araqiel.
Odada isimler uçuşurken kahverengi saçlarını düzleştirmiş, sıcak çikolata kahvesi gözleri insanın içini ısıtan bir kız geldi.
-Ben Flemiel. Bizimkilerin böyle gözüktüğüne bakma iyi insanlardır.
Yüzümdeki soru işaretini fark etmiş olmalıydı.
-Aslında karışık bir grubuz: melekler, insanlar… Lafın gelişi öyle dedim. Mel düzen hastasıdır ama, başına bela aldın, dedi. İçimi hoplatacak sıcacık bir gülüş attı. Ben de ister istemez sırıtıp kahkaha bastım…
***
İşte yıllar önce bu odadaki kariyerim böyle başlamıştı. Artık insanlık hakkında bilgilerim çok daha yüksek, buranın bir okul olduğunu biliyorum mesela. Gen yönünden, odada değişen hiçbir şey yok. Gene diğer bütün detayları sağ taraftaki kılıç koleksiyonunu hiçe sayacak kocaman bir akvaryum. Ancak benim açımdan, masadaki fotoğraflar değişmişti. Artık orada Mel, Flemiel, Daff, Daniella, Jack, Kab, Kaya, Miranda, Shamsiel, Sariel ve Araqiel vardı, yeni ailem. En önemlisi de profesörün karısının yerinde Flemiel’in durmasıydı.
Ve koltukta da ben oturuyordum...
Aslıhan Elif EROL
7-A